E
E-Coli
Bakterisi
Şimdiye kadar
doğal seleksiyon ve mutasyon mekanizmaları sonucunda evrim geçiren hiçbir canlı
yoktur. Buna karşılık evrimci biyologlar kimi zaman "doğal seleksiyon ve
mutasyon mekanizmalarının evrimleştirici etkisini gözlemleyemiyoruz, çünkü bu
mekanizmalar ancak çok uzun zaman içinde etkili olur" gibi bir açıklama
öne sürerler. Oysa bu da hiçbir bilimsel temeli olmayan bir
avuntudan başka bir şey değildir. Çünkü meyve sinekleri ya da bakteriler gibi
yaşam süreleri çok kısa olan ve dolayısıyla tek bir bilim adamının binlerce
neslini gözlemleyebildiği canlılarda da hiçbir "evrim" gözlemlenmemektedir.
Pierre-Paul Grassé, bakterilerin evrimi geçersiz kılan değişmezliği hakkında da
şunları söyler:
Bakteriler... çok sayıda üremeleri nedeniyle, en çok
mutant (mutasyon geçirmiş canlı) ortaya çıkaran canlılardır. Ancak
bakteriler... kendi türlerine çok büyük bir sadakat gösterirler. Escherichia
coli bakterisinin mutantları çok dikkatli bir biçimde incelenmiştir ve bu
konuda çok iyi bir örnektir. Okuyucular da kabul edecektir ki, evrimi kanıtlamak
ve mekanizmalarını keşfetmek için örnek olarak seçilen bu canlının bir milyar yıldır
hiçbir değişime uğramamış olması son derece şaşırtıcıdır. Eğer evrimsel bir
değişim meydana getirmiyorlarsa, bu canlıların geçirdikleri bunca mutasyonun ne
anlamı vardır? Sonuçta, bakterilerin ve virüslerin geçirdikleri mutasyonel
değişimlerin, belirli bir genetik ortalamanın etrafında dönüp dolaşan kalıtsal
dalgalanmalardan başka bir şey oluşturmadıkları ortaya çıkmaktadır; biraz sağa,
biraz sola dalgalanma olmakta, ama nihai bir evrimsel değişim yaşanmamaktadır.
Hamamböcekleri de, ilk ortaya çıktıkları Permiyen devrinden bu yana en az
Drosophila kadar çok mutasyon geçirmişler, ama hiçbir değişim yaşamamışlardır.143
Kısacası, canlıların evrim geçirmiş olmaları mümkün
değildir, çünkü doğada onları evrimleştirebilecek bir mekanizma yoktur. Nitekim
fosil kayıtlarına baktığımızda da, bir evrim süreci ile değil, aksine evrime
tümüyle ters bir tablo ile karşılaşırız.
Elolulavis
Elolulavis, Archæopteryx'le ilgili evrimci iddiaları
çürüten ve kuşlarla dinozorların arasında evrimsel bir bağ olmadığını gösteren
fosillerden biridir. Archæopteryx'ten 30 milyon yıl daha yaşlı olan
Elolulavis'in kanat yapısının aynısı, günümüzde yavaş bir şekilde uçan kuşlarda
görülmektedir. Bu özellik, kuşun manevra kabiliyetini önemli ölçüde artırmakta,
kalkarken ve konarken kuşa ek kontrol olanağı sağlamaktadır. Bunun anlamı,
Archæopteryx'ten 30 milyon yıl daha yaşlı sayılan bir kuşun, çok
"profesyonel" bir biçimde uçabildiğidir.144
Bu bilgi, Archæopteryx veya ona benzeyen diğer kuşların
birer ara geçiş formu olmadıklarını ispatlamıştır.
Eldredge,
Niles
Ünlü evrimci paleontolog Niles Eldredge, 1970'lerin
başında ortaya çıkan "kesintiye uğratılmış denge" (punctuated
equilibrium) adı verilen neo-Darwinist modelin, diğer bir deyişle "sıçramalı
evrim" modelinin savunucularının başında gelir. (bkz. Kesintiye uğratılmış
denge (punctuated equilibrium)) Bu teoriye göre evrim kademeli küçük
değişikliklerle değil, ani ve büyük değişikliklerle oluşmaktadır. Evrimin temel
iddiasına ters düşen böyle bir açıklama yapılmasındaki sebep ise, canlı
türlerinin yeryüzü katmanlarında bugünkü mükemmel halleriyle, aniden ortaya çıkmış
olmalarıdır.
Bu yüzden Niles Eldredge, kendisi ile aynı görüşü
paylaşan Stephen Jay Gould ile birlikte evrimin kademeli küçük değişikliklerle
değil, ani ve büyük değişikliklerle oluştuğu iddiasında bulundular. Bu model de
aslında tamamen hayal ürünü bir iddiayı yansıtmaktaydı.
Ayrıca bu teori, 1930'larda Avrupalı paleontolog Otto
Schindewolf tarafından ortaya atılmış olan "Hopeful Monster" (Umulan
Canavar) teorisinin değişik bir haliydi. Bu teoriye göre ilk kuş tesadüfen
meydana gelen dev değişiklikle bir sürüngen yumurtasından çıkmış, bazı kara
hayvanları ise geçirdikleri ani ve kapsamlı bir değişiklikle birdenbire dev
balinalara dönüşmüş olabilirlerdi. Bu teori çok kısa zamanda terk edildi.
Niles Eldredge ve S. J. Gould da teorilerine
"bilimsel" bir kimlik kazandırabilmek için, "ani evrimsel sıçrayış"lar
için bir tür mekanizma geliştirmeye çalıştılar. Fakat bu iddiadaki çelişkiler
teorinin sahiplerini de kısa bir zaman içinde düşündürmeye başladı. Niles
Eldredge "canlıların evrimle ilerlemesi" fikrinin mantıksal olarak
hatalı olduğunu şu ifadelerle dile getiriyordu:
Gerçekten de bitki ve hayvan türleri büyüğe ve
komplekse doğru gelişerek kendilerini daha iyi ve güzel mi yapmış olurlar? Eğer
böyleyse sünger gibi basit ve değişmemiş hayat formlarını evrimsel başarısızlıklar
olarak mı kabul etmeliyiz?... "İlerleme kaçınılmazdır" şeklindeki
evrimsel sloganın yerine "neden maymun başarılı" sloganı konulmalıdır.145
Embriyoloji
Canlıların döllenmeyle oluşan zigot evresinden
(döllenmiş yumurta halinden) erişkin bir canlı oluncaya kadar geçirdiği gelişim
aşamalarını inceleyen bilim dalıdır. Fakat embriyoloji kavramı, daha çok hayvan
embriyolarının gelişimini inceleyen biyoloji dalı olarak kullanılır.
18. yüzyıla kadar embriyoloji, bilgiden çok
spekülasyona dayanıyordu. Bunun nedeni, genetik biliminin henüz keşfedilmemesi
ve hücrenin daha tanınmamasıydı. O dönemde genel olarak teori şöyle kabul ediliyordu:
Başlangıçta hayvanın tümü bütün organlarıyla bir minyatür halindeydi ve bunun
sadece bir çiçek gibi açılmaya ihtiyacı vardı. Birçok natüralist bu başlangıç
halinin kadının üreme hücresi olan yumurtada bulunması gerektiğini savundular.
Fakat mikroskobun erkek üreme hücresi olan spermi ortaya çıkarmasından sonra,
bir kısım bilim adamları 1677'de dölü spermin taşıdığı hipotezini
geliştirdiler.
Çok önceleri Aristo tarafından da ortaya atılan bu
teori, bireyin özelleşmiş yapılarının, yumurtada önceden özelleşmemiş
olanlardan kademe kademe geliştiğini öne sürmekteydi.146 Bundan sonra da
embriyoloji alanında yapılan çalışmalar daha çok evrime delil olarak öne
sürüldü. Fakat yapılan çizimlerin ve yorumların bir sahtekarlık olduğunun anlaşılması
ile günümüzde durum tersine dönmüştür ve embriyolojik incelemeler de canlıların
birbirine uyumlu olarak mükemmel bir sistemle yaratıldıklarını göstermektedir.
(bkz. Rekapitülasyon; Embriyolojik evrim)
Embriyolojik
Evrim
Embriyolojik gelişme, memeli bir canlının anne karnında
gösterdiği gelişim sürecini ifade eder. Canlılardaki embriyolojik gelişimin
evrimin kanıtı olduğu iddiası ise evrimci literatürde "Rekapitülasyon
teorisi" olarak adlandırılır. (bkz. Rekapitülasyon teorisi) Bugün birtakım
evrimci yayınlarda ve bazı ders kitaplarında, çok önceden bilim literatüründen
çıkarılmış olan "Rekapitülasyon" teorisi, bilimsel bir gerçek gibi
gösterilmeye çalışılmaktadır.
Rekapitülasyon terimi, evrimci biyolog Ernst
Haeckel'in 19. yüzyılın sonlarında ortaya attığı "Bireyoluş Soyoluşun
Tekrarıdır" (Ontogeny Recapitulates Phylogeny) teorisinin kısa bir ifade
biçimidir. Embriyolojik rekapitülasyon teorisini ortaya atan Ernst Haeckel,
hayali teorisini desteklemek için çizim sahtekarlıklarına başvurmuştur. (bkz.
Haeckel, Ernst) Kendilerini evrim teorisini savunmaya şartlandırmış olan bir kısım
çevreler ise bu sahte çizimleri öne sürerek "embriyolojik evrim"
olduğu izlenimi vermeye çalışırlar.
Haeckel tarafından öne sürülen bu teoriye göre, canlı
embriyoları gelişim süreçleri sırasında, canlılardaki evrimsel süreci tekrarlıyorlardı.
Örneğin insan embriyosu, anne karnındaki gelişimi sırasında önce balık sonra
sürüngen özellikleri gösteriyor, en son olarak da insana dönüşüyordu.
Oysa ilerleyen yıllarda bu teorinin tamamen hayal
ürünü bir senaryo olduğu ortaya çıkmıştır. İnsan embriyosunun ilk dönemlerinde
ortaya çıktığı iddia edilen sözde "solungaçların", gerçekte insanın
orta kulak kanalının, paratiroidlerinin ve timüs bezlerinin başlangıcı olduğu
anlaşılmıştır. Embriyonun "yumurta sarısı kesesi"ne benzetilen kısmının
da gerçekte bebek için kan üreten bir kese olduğu ortaya çıkmıştır. Haeckel'in
ve onu izleyenlerin "kuyruk" olarak tanımladıkları kısım ise, insanın
omurga kemiğidir ve sadece bacaklardan daha önce ortaya çıktığı için "kuyruk"
gibi gözükmektedir.
Bunlar bilim dünyasında herkesin bildiği gerçeklerdir.
Evrimciler de bunu kabul ederler. Neo-Darwinizm'in kurucularından George
Gaylord Simpson, "Haeckel evrimsel gelişimi yanlış bir şekilde ortaya
koydu. Bugün canlıların embriyolojik gelişimlerinin geçmişlerini yansıtmadığı
artık kesin olarak biliniyor" diye yazmaktadır.147
Konunun daha da ilginç bir başka yönü ise, Ernst
Haeckel'in ortaya attığı Rekapitülasyon teorisini desteklemek için yaptığı
çizim sahtekarlıkları hakkında şunları söylemesidir:
Bu yaptığım sahtekarlık itirafından sonra kendimi ayıplanmış
ve kınanmış olarak görmem gerekir. Fakat benim avuntum şudur ki; suçlu durumda
yan yana bulunduğumuz yüzlerce arkadaş, birçok güvenilir gözlemci ve ünlü
biyolog vardır ki, onların çıkardıkları en iyi biyoloji kitaplarında,
tezlerinde ve dergilerinde benim derecemde yapılmış sahtekarlıklar, kesin
olmayan bilgiler, az çok tahrif edilmiş şematize edilip yeniden düzenlenmiş
şekiller bulunuyor.148
Embriyolojik
Rekapitülasyon
(bkz. Bireyoluş Soyoluşun Tekrarıdır teorisi)
Endosimbiosis
Tezi
Bu tez, 1970 yılında Lynn Margulis tarafından ortaya
atılmıştır. Margulis, bakteri hücrelerinin ortak ve asalak yaşamları sonucunda
bitki ve hayvan hücrelerine dönüştüklerini iddia etmiştir. Bu teze göre bitki
hücreleri, bir bakteri hücresinin bir başka fotosentetik bakteriyi yutmasıyla
ortaya çıkmıştır. Fotosentetik bakteri ana hücrenin içerisinde sözde
evrimleşerek kloroplast haline gelmiştir. Son olarak ana hücrede, her nasıl
olduysa, çekirdek, golgi cisimciği, endoplazmik retikulum ve ribozomlar gibi
son derece kompleks yapılara sahip organeller evrimleşmiştir. Böylece bitki
hücreleri oluşmuştur.
Bu tez, hayal ürünü olan bir senaryodan başka bir şey
değildir. Nitekim, konu hakkında otorite sayılan pek çok bilim adamı tarafından
da çok yönlü olarak eleştirilmiştir: Bu bilim adamlarına örnek olarak D.
Lloyd149, Gray ve Doolittle150, Raff ve Mahler verilebilir.
Endosimbiosis tezinin dayandırıldığı özellik, hücre
içerisindeki kloroplastların ana hücredeki DNA'dan ayrı olarak kendi DNA'larını
içermesidir. Bu özellikten yola çıkarak bir zamanlar mitokondri ve
kloroplastların bağımsız hücreler oldukları ileri sürülür. Ne var ki
kloroplastlar detaylı olarak incelendiğinde, bu iddianın tutarsızlığı ortaya çıkmaktadır.
Endosimbiosis tezini geçersiz kılan noktalar şunlardır:
1) Eğer kloroplastlar iddia edildiği gibi geçmişte bağımsız
hücreler iken büyük bir hücre tarafından yutulmuş olsalardı, bunun tek bir
sonucu olurdu; o da, bunların ana hücre tarafından sindirilmesi ve besin olarak
kullanılmasıdır. Çünkü söz konusu ana hücrenin dışarıdan besin yerine yanlışlıkla
bu hücreleri aldığını varsaysak bile, ana hücre sindirim enzimleriyle bu
hücreleri sindirirdi. Tabii bu durumu bazı evrimciler "sindirim enzimleri
yok olmuştu" diyerek geçiştirebilirler. Ama bu, açık bir çelişkidir. Çünkü
eğer sindirim enzimleri yok olmuş olsaydı, bu kez ana hücrenin beslenemediği
için ölmesi gerekirdi.
2) Yine, tüm imkansızlıkların gerçekleştiğini ve
kloroplastın atası olduğu iddia edilen hücrelerin, ana hücre tarafından
yutulduğunu varsayalım. Bu kez karşımıza başka bir problem çıkar: Hücre
içerisindeki bütün organellerin planı DNA'da şifre olarak bulunmaktadır. Eğer
ana hücre yuttuğu diğer hücreleri organel olarak kullanacaksa, onlara ait
bilgiyi de DNA'sında şifre olarak önceden bulunduruyor olması gerekirdi. Hatta
yutulan hücrelerin DNA'ları da ana hücreye ait bilgilere sahip olmalıydı. Böyle
bir şey ise elbette imkansızdır; hiçbir canlı kendisinde bulunmayan bir organın
genetik bilgisini taşımaz. Ana hücrenin DNA'sıyla, yutulan hücrelerin DNA'larının
birbirlerine sonradan "uyum sağlamaları" da mümkün değildir.
3) Hücre içinde çok büyük bir uyum vardır.
Kloroplastlar ait oldukları hücreden bağımsız hareket etmez. Kloroplastlar protein
sentezlemede ana DNA'ya bağımlı olmalarının yanında çoğalma kararını da
kendileri almaz. Bir hücrede bulunan kloroplastların ve mitokondrilerin sayıları
birden fazladır. Tıpkı diğer organellerin yaptığı gibi bunların sayıları
hücrenin aktivitesine göre artar ya da azalır. Bu organellerin kendi
bünyelerinde ayrıca bir DNA bulunmasının özellikle çoğalmalarında çok büyük
faydası vardır. Hücre bölünürken, çok sayıdaki kloroplast da ayrıca ikiye
bölünerek sayılarını 2'ye katladıkları için, hücre bölünmesi daha kısa sürede
ve seri olarak gerçekleşir.
4) Kloroplastlar bitki hücresi için son derece hayati
önemi olan güç jeneratörleridir. Eğer bu organeller enerji üretemezlerse,
hücrenin pek çok fonksiyonu işleyemez. Bu da canlının yaşayamaması demektir.
Hücre için bu derece önemli olan bu fonksiyonlar kloroplastlarda sentezlenen
proteinlerle gerçekleştirilir. Ancak kloroplastların bu proteinleri sentezlemek
için kendi DNA'ları yeterli değildir. Proteinlerin büyük çoğunluğu hücredeki
ana DNA kullanılarak sentezlenir.151
Böyle bir uyumun deneme-yanılma metoduyla elde
edilmesi ise kesinlikle imkansızdır. Bir DNA molekülünün üzerinde meydana
gelebilecek herhangi bir değişiklik kesinlikle canlıya yeni bir özellik kazandırmaz,
aksine sonuç zararlı olur. Mahlon B. Hoagland, "Hayatın Kökleri" adlı
kitabında bu durumu şu sözleriyle açıklamaktadır:
Hatırlayacaksınız, hemen hemen her zaman bir
organizmanın DNA'sında bir değişikliğin olması onun için zararlıdır; başka bir
deyişle yaşamını sürdürebilme kapasitesinde azalmaya yol açar. Bir benzetme
yapalım: Shakespeare'in oyunlarına rastgele eklenen cümlelerin onları daha iyi
yapması pek olası değildir... Temelinde DNA değişiklikleri ister mutasyonla,
ister bizim dışarıdan bilerek eklediğimiz yabancı genlerle olsun, yaşamı sürdürebilme
ihtimali azaltma özelliklerinden dolayı zararlıdır.152
Evrimcilerin öne sürdükleri iddialar bilimsel
deneylere ve bu deneylerin sonuçlarına dayanılarak ortaya atılmamıştır. Çünkü
bir bakterinin başka bir bakteriyi yutması gibi bir olgu hiçbir şekilde
gözlenmemiştir. Moleküler biyolog Whitfield, bu durumu şöyle ifade etmektedir:
Prokaryotik endosimbiosis (yutma) belki de tüm
endosimbiotik teorinin dayandığı hücresel mekanizmadır. Eğer bir prokaryot bir
diğerini içine alamaz ise, endosimbiosisin nasıl kurulduğunu tahmin etmek
güçtür. Maalasef, endosimbiosis teorisi için hiçbir modern örnek yoktur.153
Amerikalı biyolog L. R. Croft ise bu konuda şu yorumu
yapar:
Bir bakterinin başka bir bakteriyi yutması hiçbir
şekilde gözlemlenmemişken, böyle bir iddiada bulunmak hiçbir şekilde bilimsel
değildir. Kaldı ki kloroplast, ribozom, mitokondri, lizozom gibi organeller
hücre dışına alınarak birbirlerinden ayrıldıklarında yaşayamamaktadır.154
Endüstri
Melanizmi
18. ve 19. yüzyıllarda önce İngiltere'de daha sonra da
diğer Batı Avrupa ülkeleri ve Amerika'da endüstri alanında büyük bir değişim
yaşandı. Özellikle İngiltere'de yaşanan endüstri devrimi sonrasındaki hava
kirliliği sebebiyle bir kısım canlı popülasyonlarında renk farklılıkları
gözlenmişti. Endüstri melanizmi de buradan yola çıkarak hayvanların daha iyi
kamufle olmalarını sağlayan renk değişikliklerini ifade etmektedir.
Evrimciler, hayvanlarda görülen bu renk farklılıklarını
"ortam şartlarının ve doğal seleksiyonun neden olduğu evrim" olayı
olarak açıklamaya çalışırlar. Gerçekte bu durum, gözlemlerin tamamen yanlış
yorumlanmasından kaynaklanmaktadır.
Bu durum bir evrimci kaynakta şöyle ifade edilir:
Bu yönlendirilmiş seçime çağımızdaki en çarpıcı örnek,
Oxford Üniversitesi'nden FORD ve KETTLEWEL adlı iki araştırmacının gösterdiği
koruma renklerinin evrimidir. İngiltere'nin çok sayıda fabrika bacası bulunan
bölgelerinde yaşayan bir çeşit kelebeğin diğer bölgelerdekine göre daha koyu
renkli olduğunu bulmuşlardır. Bu bölgelerden daha önce toplanan (sanayileşme
çağından önce) örneklerin açık renkli olduğu koleksiyonlardan bilinmektedir. Açık
olanlar sanayi bölgelerinin dışında ağaçların gövdelerinin dışında bulunan
beyaz ve açık renkli likenlerin üzerinde yaşadıkları için çevreye iyi bir uyum
yapmışlar ve bunları avlayan kuşların bakışlarından kurtulmuşlardır.
Sanayileşmiş bölgelerde, bacalardan çıkan kurum, bu likenleri koyulaştırdığı
için beyaz renkli kelebekler belirgin olarak görünmeye başlamışlardır. Buna
karşın, koyu renkliler daha iyi uyum yapmışlardır. Kuşlar, beyaz renkli olanları
avladıkları için, koyu renkli olanlar yaşam üstünlüğü kazanmaya başlamış ve
bunların içerdikleri genotip, popülasyonda artmaya başlamıştır. Bugün
İngiltere'de hava kirliliği temizlenmiş olan bölgelerde beyaz formların tekrar
başat duruma geçtiği görülmektedir.155
Burada dikkat edilmesi gereken nokta, İngiltere'deki
endüstri devriminin başlamasından önce yakalanmış bir "siyah" renkli
kelebek çeşidinin önceden de bulunmasıdır. Endüstri devriminden yıllarca önce
de İngiltere'de bu kelebek türü zaten mevcuttur. Hava kirliliğinin meydana
getirdiği değişme daha önce fazla miktarda mevcut beyaz formun düşmanları tarafından
görülme ihtimalini artırmıştır. Sonuçta bu formda bir azalma, renkli olanlarda
ise artma meydana geldi. (Bkz. Sanayi devrimi kelebekleri)
Açıkça anlaşılmaktadır ki bu değişiklik kelebeğin
renginde değil, sayısındadır Bu durum ise hiçbir zaman evrime delil olarak öne
sürülemez. Zaten türlerin orijinal olarak yaratılışını savunanlar bunu kabul
etmektedirler. Üstelik değişme renk üzerinde (mutasyon) bile olsa, yine evrime
delil olarak gösterilemez. Çünkü kelebek yine kelebek olarak kalmakta, başka
bir türe dönüşmemektedir. Evrim için gereken şey, bir türün diğer bir türe
değiştiğini bilimsel olarak ispat etmektir. Bu ise, bir evrim değil, tam aksine
normal bir varyasyondur. Doğal seleksiyon yalnızca çevre değişmeleri sonucunda
canlı türlerini yok olmaktan korumaya vesile olan bir mekanizmadır. (bkz.
Varyasyon)
Varyasyon ve doğal seleksiyon olayları, Darwin'in
düşündüğü tarzda evrimi açıklamamakta, aksine yaratılışın öngördüğü ve
işlemekte olan bir korunma prensibine harikulade bir örnek olmaktadır. Diğer
bir deyişle, Allah her çeşit canlıyı, varlığını sürdüreceği sistem ile yaratmıştır.
Organizmanın genetik sistemi, özelliklerini (belirli sınırlarda) çevredeki
değişmelere göre ayarlama fonksiyonuna da sahip olabilmektedir. Aksi takdirde,
iklim, besin kaynağı gibi şeylerde küçük bir değişme o canlının sonu olabilir.
Sonuç olarak çevrenin ve iklimin ani değişmesi vb. nedenlerle
nesli tükenmiş canlılara rastlamak mümkündür. (Mamutlar, dinozorlar, uçan
sürüngenler, dişli kuşlar gibi.) Bu türler çevre şartlarının türün yaratılışında
sahip olduğu genetik potansiyel sınırının dışına çıkması üzerine ortama uyamayıp
yok olmuşlardır. Fakat bunların bir başka türe dönüştüklerine dair hiçbir
bilimsel delil bulunmamaktadır.
Entropi
Kanunu
(bkz. Termodinamiğin İkinci Kanunu)
Eohippus
Evrimciler, at fosillerini küçükten büyüğe doğru
dizerek sıralamalar oluşturmuşlardır. Atın sözde evrimi ile ilgili öne sürülen
bu soyağaçları hakkında evrimciler arasında bir görüş birliği yoktur. Tek ortak
nokta, 55 milyon yıl önceki Eosen devrinde yaşamış Eohippus (Hyracotherium) adlı
köpek benzeri bir canlının, atın ilk atası olduğuna inanılmasıdır. Oysa atın
milyonlarca yıl önce yok olmuş atası olarak sunulan Eohippus, halen Afrika'da
yaşayan ve atla hiçbir ilgisi ve benzerliği olmayan Hyrax isimli hayvanın hemen
hemen aynısıdır.156
Atın evrimi iddiasının tutarsızlığı, her geçen gün
ortaya çıkan yeni fosil bulgularıyla daha açık olarak anlaşılmaktadır. Eohippus
ile aynı katmanda günümüzde yaşayan at cinslerinin de (Equus nevadensis ve
Equus occidentalis) fosillerinin bulunduğu tespit edilmiştir.157 Bu,
günümüzdeki at ile onun sözde atasının aynı zamanda yaşadığını göstermektedir
ki, atın evrimi denen sürecin hiçbir zaman yaşanmadığının kanıtıdır.
Evrimci yazar Gordon R. Taylor, Darwinizm'in açıklayamadığı
konuları ele alan The Great Evolution Mystery (Evrimin Büyük Sırrı) adlı kitabında
at serileri efsanesinin aslını şöyle anlatır:
Darwinizm'in belki de en ciddi zaafiyeti,
paleontologların büyük evrimsel değişiklikleri gösterecek olan akrabalık
ilişkilerini ve canlı sıralamalarını ortaya koyamamalarıdır... At serisi
genellikle bu konuda çözüme kavuşturulmuş olan yegane örnek gibi gösterilir.
Ama gerçek şudur ki, Eohippus'tan Equus'a kadar uzanan sıralama çok tutarsızdır.
Bu sıralamanın, giderek artan bir vücut büyüklüğünü gösterdiği iddia edilir,
ama aslında sıralamanın ileriki aşamalarına konan canlıların bazıları (sıralamanın
en başında yer alan) Eohippus'tan daha büyük değil, daha küçüktürler. Farklı
kaynaklardan gelen türlerin biraraya getirilip ikna edici bir görüntüye sahip
olan bir sıralamada arka arkaya dizilmeleri mümkündür, ama tarihte gerçekten bu
sıralama içinde birbirlerine izlediklerini gösteren hiçbir kanıt yoktur.158
Tüm bu gerçekler, evrimin en sağlam delillerinden
birisi olarak sunulan atın evrimi şemalarının hiçbir geçerliliği olmayan hayali
sıralamalar olduklarını ortaya koymaktadır. Diğer türler gibi atlar da,
evrimsel bir ataya sahip olmadan var olmuşlardır. (bkz. Atın kökeni)
Eusthenopteron
Foordi
Cœlacanth balığının canlısının yakalanmasıyla bunun
bir ara geçiş formu olmadığını gören evrimciler, bu sefer Eusthenopteron foordi
balığını ara geçiş formu olarak tanıttılar. (bkz. Cœlacanth)
Evrimciler, kuyruklu su kurbağasının Eusthenopteron
foordi'den türediğini öne sürmüşlerdir. Fakat Eusthenopteronlar ile kuyruklu su
kurbağası arasındaki anatomik karşılaştırmalar, bunların aralarında derin farklılıklar
olduğunu göstermiştir. Bu da, bu iki tür arasında bir ara geçiş formu daha
bulunmasını gerektirmiştir. Ama bir balık olan Eusthenopteron ile kuyruklu su
kurbağası Icthyostega arasındaki bu teorik ara geçiş formuna dair hiçbir
iskelet bulunamamıştır.
Eusthenopteron normal bir balıktır ve kuyruklu su
kurbağasına birçok yönden benzemez. Maria Genevieve Lavanant, Eusthenopteron'un
bu özelliğine şöyle değinir:
Yakın bir geçmişte tartışma yeniden açıldı.
Yüzgeçlerin daha ayrıntılı incelenmesi, Eusthenopteron'un yüzgeçlerinin, bütün
balıklarda bulunan yüzgecin bir benzeri olduğunu ortaya koydu.159
Evrim
Mekanizmaları
Bugün evrim teorisi olarak tanımladığımız
neo-Darwinist model, evrimi gerçekleştiren iki temel mekanizma öne sürer:
"Doğal seleksiyon" ve "mutasyon". Teorinin temel iddiasına
göre; doğal seleksiyon ve mutasyon birbirlerini tamamlayan iki mekanizmadır.
Evrimsel değişikliklerin kaynağı da, canlıların genetik yapısında meydana gelen
rastgele mutasyonlardır. Yine teorinin iddiasına göre mutasyonların sebep
olduğu özellikler, doğal seleksiyon mekanizması aracılığıyla seçilir ve böylece
canlılar evrimleşirler.
Ancak öne sürülen bu mekanizmaların gerçekte hiçbir
evrimleştirici gücü yoktur ve evrimcilerin iddia ettiği gibi yeni bir tür
oluşturmaları da söz konusu değildir. (bkz. Doğal seleksiyon; Mutasyon)
Evrimsel
Toyağacı
(bkz. Hayat ağacı; İnsanın Hayali Soyağacı)
Evrim
Teorisi
Pek çok insan evrim teorisini, Charles Darwin tarafından
ortaya atılan, sağlam bilimsel delillere, gözlemlere ve deneylere dayalı bir
teori zanneder. Oysa evrim teorisinin ilk fikir babası Darwin olmadığı gibi,
teorinin kaynağı da bilimsel deliller değildir.
Mezopotamya'da putperest dinlerin hakimiyetinin
bulunduğu bir dönemde, canlılığın ve evrenin kökeni hakkında birçok batıl inanç
ve efsane yaygındı; bunlardan biri de "evrim" inancıydı. Sümerler'den
kalan Enuma-İliş adlı yazıtta anlatıldığına göre, ilk başta bir su karmaşası
vardı ve bu su karmaşasının içerisinden birdenbire Lahau ve Lahamu adlı tanrılar
ortaya çıkmıştı. Bu batıl inanışa göre, ibadet edilen bu putlar ilk önce kendi
kendilerini var etmişler, daha sonra da evrimleşerek diğer maddeleri ve canlıları
oluşturmuşlardı. Yani Sümer efsanelerine göre canlılık, cansız su kaosundan
birdenbire oluşmuş ve evrimleşerek gelişmişti.
Evrim efsanesi, daha sonra bir başka putperest
medeniyet olan Eski Yunan'da hayat sahası buldu. Eski Yunan'ın materyalist
filozofları, maddeyi yegane varlık sayıyorlardı. Sümerler'den miras kalan evrim
efsanesine ise, canlıların nasıl oluştuğunu açıklamak niyetiyle başvurdular.
Böylece materyalist felsefe ve evrim efsanesi Eski Yunan'da birleşti, oradan da
Roma kültürüne taşındı.
Evrim teorisinin savunduğu bütün canlıların ortak bir
ataya sahip oldukları düşüncesini, Fransız biyolog Comte de Buffon, 18. yüzyılın
ortasında ileri sürdü. (bkz. Buffon Comte de) Charles Darwin'in büyükbabası
Erasmus Darwin Buffon'un ortaya attığı fikri geliştirdi ve bugün "evrim
teorisi" dediğimiz düşüncenin ilk temel önermelerini ortaya koydu. (bkz. Darwin,
Erasmus)
Erasmus Darwin'den sonra Fransız doğa bilimci Jean
Baptiste Lamarck, 19. yüzyılın başında ilk kapsamlı evrim teorisini ortaya attı.
(bkz. Lamarck, Jean Baptiste) Lamarck, evrimin mekanizmasını "kazanılan
özelliklerin nesilden nesle aktarılması" olarak açıklıyordu. Buna göre
canlıların yaşamları sırasında uğradıkları değişiklikler kalıcıydı ve yeni
nesillere kalıtsal olarak aktarılabiliyordu. Lamarck'ın teorisi ortaya atıldığı
dönemde büyük sükse yapmıştı, ama sonraları popülaritesini hızla yitirdi.
Lamarck'ın teorileri hakkında haklı kuşkulara sahip olanlar araştırmalara
başlamışlardı.
1870 yılında İngiliz biyolog Weismann, yaşam sırasında
kazanılmış olan özelliklerin bir sonraki nesle aktarılmasının imkansız olduğunu
ve böylece Lamarck'ın teorisinin yanlış olduğunu ispatladı. Bu nedenle, bugün
evrim teorisi olarak bizlere ve tüm dünyaya empoze edilen öğreti, kendini
Lamarck'a dayandırmaz. Bugün tüm dünyada evrim teorisi olarak bilinen
Darwinizm'in doğuşu, Charles Darwin'in 1859'da yayınladığı The Origin of
Species by Means of Natural Selection or the Preservation of Favored Races in
the Struggle for Life (Türlerin Kökeni, Doğal Seleksiyon veya Yaşam
Mücadelesinde Kayırılmış Irkların Korunması Yoluyla) isimli kitapla olmuştur.
Darwin, Lamarck'ın teorisindeki bazı açık mantık hatalarını elemiş ve canlıların
evrimini kalıtsal olarak açıklamak yerine "doğal seleksiyon" tezini
ortaya atmıştır.
Evrim teorisi canlıların yaratılmış oldukları
gerçeğini reddeder, doğal süreçlerin ve rastlantısal etkilerin ürünü olduklarını
savunur. Bu teoriye göre bütün canlılar birbirlerinden türemişlerdir. Önceden
var olan bir canlı türü, zamanla bir diğerine dönüşmüş ve bütün türler bu
şekilde ortaya çıkmışlardır. Dönüşüm yüz milyonlarca senelik uzun bir zaman
dilimini kapsamış ve kademe kademe ilerlemiştir. Yaklaşık bir buçuk yüzyıldır
kabul gören teori, bugün paleontoloji, biyokimya, anatomi, biyofizik, genetik
gibi pek çok ana bilim dalında yapılan çalışmaların sonuçlarıyla çelişmektedir.
Evrimsel
Boşluk
Evrim teorisinin hiçbir bilimsel dayanağı olmadığı
halde, dünyanın dört bir yanında insanların çoğu evrimi bilimsel bir gerçek sanırlar.
Bu yanılgının en büyük nedeni, medyanın evrim konusunda yaptığı sistemli telkin
ve propagandadır.
Medya devlerinin yaptıkları söz konusu haberlerde,
evrim teorisi bilinen herhangi bir matematik kanunu kadar kesin bir gerçekmiş
gibi bir üslup kullanılır. Bunun en klasik örneği ise bulunan fosil kalıntıları
hakkında yapılır. Örneğin "Time dergisinin haberine göre, evrim
zincirindeki boşluğu tamamlayan çok önemli bir fosil bulundu" ya da
"Nature'ın haberine göre, bilim adamları evrimin açıkta kalan son noktalarını
da aydınlattılar" gibi cümleler büyük puntolarla basılır. Oysa ortada
ispatlanmış olan hiçbir şey yoktur ki, "evrim zincirinin son eksik halkası"
bulunmuş olsun. Delil olarak öne sürülenlerin tümü ise sahte delillerdir.
Öte yandan fosil kayıtlarında canlıların eksiksiz
hallerine ait milyonlarca fosil olmasına rağmen, evrimsel bir gelişimi
doğrulayacak hiçbir ara geçiş formu fosili bulunmamaktadır. Amerikalı
paleontolog R. Wesson da, 1991'de yayınlanan Beyond Natural Selection (Doğal
Seleksiyonun Ötesinde) adlı kitabında "fosil kayıtlarındaki boşlukların
gerçek ve olgusal" olduklarını şöyle açıklamaktadır:
Ne var ki, fosil kayıtlarındaki boşluklar gerçektir.
Herhangi bir (evrimsel) soyoluşumunu gösterecek kayıtların yokluğu, son derece
olgusaldır. Türler genellikle çok uzun zaman dilimleri boyunca sabit kalırlar.
Türler ve özellikle cinsler hiçbir zaman yeni bir türe ya da cinse doğru evrim
göstermezler. Bunun yerine, bir tür ya da cinsin bir diğeriyle yer değiştirdiği
gözlenir. Değişim ise çoğunlukla anidir.160
Bu durum, evrim teorisinin 140 yıldır öne sürdüğü
"ara form fosilleri bulunmuş değil, ama ileride bulunabilir" argümanının
artık geçerli olmadığını göstermektedir. Fosil kayıtları canlılığın kökenini
anlamak için yeterince zengindir ve karşımıza somut bir tablo çıkarmaktadır:
Farklı canlı türleri, aralarında evrimsel "geçiş formları" olmadan,
yeryüzünde bir anda ve farklı yapılarıyla, ayrı ayrı ortaya çıkmışlardır.
Evrimsel
Hümanizm
Darwin'in en önde gelen savunucularından biri olan
Julian Huxley, onun geliştirdiği biyolojik argümanı felsefi bir zemine oturtmak
için çalışmıştır. Ulaştığı nokta ise, "evrimsel hümanizm" adı altında
yeni bir din kurmak olmuştur.
Bu dinin amacı "yeryüzündeki evrimsel sürecin
maksimum sonuca varmasını sağlamak" olacaktı. Bu, yalnızca güçlü
organizmaların daha çok yaşamasına ve daha çok üremelerine çalışmakla sınırlı
değildi. Ayrıca, insanoğlunun "kendinden kaynaklanan yetenekleri"nin
"en üst düzeyde gerçekleştirilmesi" öngörülüyordu. Bir başka deyişle,
insanoğlunun bugün içinde bulunduğu fiziksel ve zihinsel aşamadan "daha
ileri aşamalara" sıçraması için çaba gösterilecekti. "Hümanizm"
teriminin tam tarifi ise, Huxley tarafından şöyle yapılıyordu:
Ben "hümanist" kelimesini kullanırken, insanın,
aynı bir bitki ya da hayvan gibi doğal bir varlık olduğunu kastediyorum. Yani
insanın bedeni, zihni ve ruhu doğa üstü bir güç tarafından yaratılmamış, aksine
evrim süreci sonunda oluşmuştur. Dolayısıyla insan, herhangi bir doğa üstü
gücün kontrolü ya da yol göstericiliğine değil, sadece kendi varlığına ve kendi
gücüne inanmalıdır.161
Huxley'in ortaya attığı ve insanoğlunun
"kutsal" amacının kendi evrimini hızlandırmak olduğunu öne süren bu
düşünceler, John Dewey adlı Amerikalı filozofu derinden etkiledi. Dewey bu
çizgiyi geliştirerek 1933 yılında "Dini Hümanizm" akımını başlattı ve
ünlü Hümanist Manifesto'yu yayınladı. Manifesto'da vurgulanan temel düşünce,
geleneksel "Teistik" (İlahi) dinlerin ortadan kaldırılmasının zamanının
artık geldiği ve bunların yerine, insanoğlunun bilimsel ilerleme ve sosyal
işbirliğine dayalı yeni bir çağa girmek üzere olduğuydu.
II. Dünya Savaşı'nda "bilimsel ilerleme"
sonucunda öldürülen 50 milyon insan, Hümanist Manifesto'da öngörülen optimizmi
derinden sarstı. Benzeri darbelerin ardından Dewey'in yolunu izleyenler onun
görüşlerini bir parça revize etmek zorunda kaldılar ve 1973 yılında II.
Hümanist Manifesto'yu yayınladılar. Bu mesajda "bilimin bazen insanlığa
zarar da verebileceği" kabul ediliyor, ama yine de temel düşünceden
vazgeçilmiyordu: İnsan artık kendi evrimini yönetebilirdi ve bunu da bilimle
yapacaktı. Şöyle deniyordu:
Bilimi akıllıca kullanarak, içinde yaşadığımız çevreyi
kontrol edebiliriz, fakirliği yenebilir, hastalıkları ortadan kaldırabilir,
yaşam süremizi uzatabilir, davranışlarımızı belirgin bir biçimde
değiştirebiliriz. Böylece insanoğlunun evrim sürecini yönlendirebilir, yeni güç
kaynakları oluşturabilir ve insanlığın daha özgür ve anlamlı bir yaşama
kavuşması için gerekli fırsatları yaratabiliriz.162
Aslında her evrimci tarafından bilinçli ya da
bilinçsiz olarak benimsenen bu fikirler, "evrim dini"nin temel inanışlarını
ortaya koymaktadır. Önce hayali bir evrim süreci kurgulanmakta ve bu sürecin
herşeyi var eden "yaratıcı" olduğu varsayılmakta, sonra bu sürecin
insanı kurtuluşa ulaştıracağı düşünülmekte ve en sonunda insanoğlunun
"kutsal" amacının da bu sürece hizmet etmek olduğuna inanılmaktadır.
Kısacası, evrim, hem Yaratıcı, hem kurtarıcı, hem de kutsal bir amaçtır. Bir
başka deyişle kendisine tapınılan bir ilahtır.
Evrimsel
Paganizm
İnsanların bir kısmı, kendilerine Allah'ın vahyetmiş
olduğu İlahi dinlere inanırlar. Diğerleri ise kendi kendilerine ürettikleri ya
da içinde yaşadıkları toplum tarafından üretilmiş olan dinlere bağlanırlar;
kimisi totemlere tapınır, kimisi Güneş'e ibadet eder, kimisi "uzaylılar"a
yakarır. Bu ikinci grup, Allah'a ortak koşan kimselerdir ve Batı literatüründe
"pagan" olarak isimlendirilirler.
Evrimciler de, evrim teorisini -ve aslında genel
olarak bilim kavramını- bir din olarak benimserler. Bu kimseler kendi
dinlerinin doğruluğunu somut verilerle ispat edilmiş "bilimsel bir
gerçek"miş gibi telkin etmektedirler. Ve kendilerini dinler üstü somut bir
gerçeğin temsilcisi saymaktadırlar. Evrimci paganların bu aldatıcı iddiaları,
onları diğer dinlerin üzerinde hayali bir konuma yerleştirmektedir. Buna göre,
diğer dinler "subjektif inançlar"dır, ama evrim "objektif
gerçek"tir. Bu aldatmacanın verdiği sahte otoriteyi kullanarak da, diğer
dinleri kendilerine tabi olmaya çağırmaktadırlar. Evrimci bir argümana göre,
diğer dinler, eğer evrimi ve onun doğurduğu kavramları kabul ederlerse, evrime
dayandırılan her türlü sosyo-politik girişimi "ahlaki bir öğreti"
olarak yaşamalarına izin verilecektir. Neo-Darwinist akımın en önemli birkaç
isminden biri olan George Gaylord Simpson bunu şöyle ifade eder:
Elbette dini olarak tanımlanan ve dini duygulara
dayanan ve hala varlıklarını koruyan bazı inanç sistemleri vardır. Bunların
evrimle uyuşmaları kesinlikle söz konusu değildir ve dolayısıyla duygusal
etkilerine rağmen, entelektüel olarak savunulmaları mümkün değildir. Ancak
duygusal alanda kalmaları şartıyla, ben bunların evrimle birarada var olabileceklerini
savunuyorum. Bir
başka deyişle, evrim ve doğru din birbirleriyle uyuşabilirler. 163
Bu, şu demektir: Evrim ve onun üzerinde gelişen
"bilimsel" öğretiler, diğer dinleri yargılama otoritesine
sahiptirler. Bu dinlerin hangilerinin ya da hangi yorumlarının "doğru
din" olarak kabul edileceğine karar vermek, evrimci bilime düşecektir.
Doğru din denen şey ise, gözlemlenebilen evren hakkında hiçbir iddiası olmayan,
sadece ve sadece insanlar arasındaki ahlaki kıstasları belirtmekle yetinen bir
öğretidir. Gözlemlenebilen evren ile ilgili her türlü alan -yani pozitif
bilimler, ekonomi, siyaset, hukuk vs.-ise, evrimci bilim anlayışı tarafından
belirlenecektir.
Bu totaliter yaklaşım, kendi iman ettiği evrim
teorisini somut bir gerçek gibi toplumlara empoze ederken, bir yandan da
bilimsel çevreleri baskı altında tutar. Günümüz biyologlarının çoğu, söz konusu
pagan dinine iman etmiş durumdadırlar, ama bu inancı paylaşmayanlar olursa
onların da susturulması sağlanır. Bu sistem içinde evrim bir tabuya dönüşür.
Evrimi reddeden bilim adamları yükselme imkanlarını yitirirler. Ünlü anatomi
profesörü Thomas Dwight, bu durumu entelektüel bir diktatörlük olarak
nitelendirerek şöyle der:
Evrim konusunda kurulmuş olan diktatörlük, meselenin dışında
olanların tahmin edemeyeceği kadar despot hale gelmiştir. Sadece düşünce
sistemimizi etkilemekle kalmıyor; aynı zamanda terör çağlarını aratan bir baskıyı
da sürdürüyor. Acaba bilim dünyası liderlerinden kaç tanesi düşüncelerini aynen
açıklayabiliyorlar.164
Evrim
Zincirinin Kayıp Halkası
(bkz. Evrimsel
boşluk)
Yorumlar
Yorum Gönder