D
Dar
Popülasyon
Sıçramalı evrim
savunucularının ortaya attıkları görüşlerden biri, "dar
popülasyonlar" kavramıdır. Bununla, yeni tür oluşumunun, sayıca son derece
az hayvanı ya da bitkiyi barındıran topluluklarda olduğunu ifade ederler. Bu
iddiaya göre, çok sayıda hayvanı barındıran popülasyonlar evrimsel bir gelişme
göstermezler ve "stasis" (durağanlık) halini korurlar. (bkz. Durağanlık)
Ancak bu popülasyonlardan bazen küçük gruplar ayrılır ve bu "izole"
gruplar sadece kendi içlerinde çiftleşir. (Bunun çoğu zaman coğrafi şartlardan
kaynaklandığı varsayılır.) Kendi içlerinde çiftleşen bu küçük gruplarda
makromutasyonlar etkili olur ve çok hızlı bir "türleşme" yaşanır.
Sıçramalı evrim
savunucularının dar popülasyonlar kavramı üzerinde durmalarındaki sebep, fosil
kayıtlarındaki ara formların yokluğuna dair bir "açıklama"
getirebilmektir. "Evrimsel değişiklikler çok dar popülasyonlarda ve çok hızlı
gelişti ve dolayısıyla geriye yeterince fosil izi kalmadı" şeklindeki anlatımlarını
bu nedenle ısrarla vurgularlar.
Oysa son yıllarda
yapılan bilimsel deney ve gözlemler, dar popülasyonların genetik yönden
avantajlı değil, dezavantajlı olduğunu ortaya koymaktadır. Dar popülasyonlar,
yeni bir tür oluşumuna yol açacak şekilde gelişmek bir yana, aksine ciddi
genetik bozukluklar ortaya çıkarmaktadır. Bunun nedeni, dar popülasyonlarda,
bireylerin sürekli dar bir genetik havuz içinde çiftleşmeleridir. Bu yüzden normalde "heterozigot" olan
bireyler giderek "homozigot" haline gelmektedir. Bunun sonucunda da,
normalde çekinik (resesif) olan bozuk genler baskın (dominant) hale gelmekte ve
böylece popülasyonda giderek daha fazla genetik bozukluk ve hastalık ortaya çıkmaktadır.102
Bu konuyu incelemek için, tavuklar üzerinde 35 yıl
süren bir çalışma yapılmıştır. Gözlemlerde, dar bir popülasyon içinde tutulan
tavukların giderek genetik yönden zayıf hale geldiği belirlenmiştir. Tavukların
yumurta üretimi %100'den %80'e düşmüş, üreme oranı da %93'ten %74'e inmiştir.
Ancak insanların bilinçli müdahalesiyle, yani başka bölgelerden getirilen
tavukların popülasyona karıştırılmasıyla, bu genetik gerileme durmuş ve
tavuklar normalleşme eğilimine girmiştir.103
Bu ve benzeri bulgular, sıçramalı evrim savucularının sığındıkları "dar popülasyonlar evrimsel gelişmelerin kaynağıdır" şeklindeki iddianın bilimsel bir geçerliliği olmadığını açıkça göstermektedir. (bkz. Sıçramalı evrim modeli)
Darwin,
Charles Robert
Bugünkü savunulduğu şekliyle evrim teorisini ortaya
atan kişi, amatör bir İngiliz doğabilimci olan Charles Robert Darwin'dir.
Darwin hiçbir zaman gerçek bir biyoloji eğitimi almamıştı.
Doğa ve canlılar konusunda sadece amatör bir ilgiye sahipti. Bu ilgisinin bir
sonucu olarak, 1832 yılında İngiltere'den yola çıkan ve beş yıl boyunca dünyanın
farklı bölgelerini gezen H.M.S. Beagle adlı resmi keşif gemisinde gönüllü
olarak yer aldı. Darwin, bu gezi sırasında gördüğü farklı canlı türlerinden,
özellikle de Galapagos Adalarında gördüğü farklı ispinoz türlerinden çok
etkilenmişti. Bu kuşların gagalarındaki farkların, çevreye uyum sağlamalarından
kaynaklandığını düşündü. Bu düşünceden hareketle canlılardaki bütün
çeşitliliğin kökeninde "çevreye uyum" kavramının olduğunu varsaydı.
Darwin bu varsayımı ile bilimsel gerçekleri göz ardı ederek, canlı türlerini Allah'ın
yarattığı gerçeğine karşı çıkmış ve canlıların ortak bir atadan gelerek, doğa
şartları sonucunda birbirlerinden farklılaştıklarını öne sürmüştü.
Darwin'in bu varsayımı hiçbir bilimsel bulgu ya da
deneye dayanmıyordu. Ancak Darwin, dönemin ünlü materyalist biyologlarından aldığı
destek ve teşviklerle, bu varsayımlarını zamanla iddialı bir teori haline
getirdi. Bu teoriye göre canlılar tek bir ilkel atadan geliyorlardı ama çok
uzun bir süreç içinde küçük küçük değişimlere uğramışlar ve böylece farklılaşmışlardı.
Ortama en iyi şekilde uyum sağlayanlar özelliklerini gelecek nesillere aktarıyor,
böylece bu yararlı değişimler zamanla birikerek bireyi, atalarından tamamen
farklı bir canlıya dönüştürüyordu. (Bu "yararlı değişimler"in
kökeninin ne olduğu ise meçhuldü.) Darwin'e göre insan da, bu hayali mekanizmanın
en gelişmiş ürünüydü.
Darwin hayal gücünde canlandırdığı bu mekanizmaya
"doğal seleksiyonla evrim" adını verdi. Artık, "türlerin
kökeni"ni bulduğunu düşünüyordu: Bir türün kökeni başka bir türdü. Sonunda
bu fikirlerini 1859 yılında yayınlanan Türlerin Kökeni adlı kitabında açıkladı.
Darwin teorisini "doğal seleksiyon" kavramı
üzerine kurmuştu. Doğal seleksiyon, doğadaki yaşam mücadelesinde, güçlü veya
ortamın şartlarına uygun olan canlıların hayatta kalması anlamına gelir.
Darwin'in teorisini ortaya koyduğu kitabının başlığında bile vurgulanan iddia
budur: Türlerin Kökeni, Doğal Seleksiyon Yoluyla.
Darwin'in temelsiz mantığı şöyledir:
Bir canlı türü içinde doğal ve rastlantısal farklılıklar
olmaktadır. Örneğin bazı inekler daha büyük, bazıları daha koyu renklidir. Bu
değişikliklerin hangisi avantajlı ise, o özellik doğal seleksiyon vasıtasıyla
seçilecektir. Böylece söz konusu avantajlı özellik, o hayvan topluluğuna hakim
hale gelecektir. Bu özelliklerin uzun zaman içinde birikmesiyle de, ortaya yeni
bir tür çıkacaktır.
Ancak Darwin'in ortaya attığı bu "doğal
seleksiyonla evrim" teorisi, daha ilk aşamada en temel soruları cevapsız bırakıyordu.
Şayet canlılar Darwin'in iddia ettiği gibi kademe kademe evrimleşmiş olsalardı,
bu durumda çok sayıda "ara tür" yaşamış olmalıydı. Ancak fosil kayıtlarına
bakıldığında bu teorik canlılardan -hayali ara geçiş formlarından- hiçbir eser
yoktu. Darwin bu sorun üzerinde çok kafa yormuş ve sonuçta "bu fosiller
ileride bulunabilir" demek zorunda kalmıştı. Ancak aradan 150 yıl
geçmesine rağmen umulan fosiller bulunamadı.
Darwin, canlıların sahip oldukları göz, kulak, kanat
gibi kompleks organları doğal seleksiyonla açıklama konusunda da çaresizlik
içindeydi. Çünkü tek bir dokuları bile eksik olsa hiçbir işe yaramayacak olan
bu organların, kademe kademe gelişmiş olduklarını savunmak imkansızdı. (bkz.
İndirgenemez komplekslik) Nitekim Darwin, teorisiyle ilgili yaşadığı sıkıntıları
Türlerin Kökeni adlı kitabında kendisi de belirtmek zorunda kalmıştı. (bkz.
Türlerin Kökeni) Tüm bunların öncesinde, Darwin'in "tüm canlıların ortak
atası" dediği ilk canlı organizmanın nasıl oluştuğu konusu tam bir
muammaydı. Çünkü cansız maddelerin, doğal süreçlerle canlı hale gelmesi mümkün
değildi. İlerleyen bilim ve teknoloji ise çok kısa bir süre içinde Darwin'in
ilkel bilim anlayışının ürünü olan teorisini temelinden yıktı.
Darwınizm
(bkz. Evrim teorisi)
Darwinizm
ve Irkçılık
Günümüzdeki Darwinistlerin çoğu, aslında Darwin'in ırkçı
olmadığını, ancak ırkçıların kendi görüşlerini desteklemek amacıyla Darwin'in
fikirlerini taraflı olarak yorumladıklarını iddia ederler. Türlerin Kökeni
kitabının alt başlığında yer alan "Kayırılmış Irkların Korunması
Yoluyla" ifadesinin ise sadece hayvanlar için kullanıldığını iddia
ederler. Ancak bu iddiaların sahiplerinin gözardı ettikleri şey, Darwin'in
İnsanın Türeyişi isimli kitabında, insan ırkları için söyledikleridir.
Darwin'in bu kitapta ortaya koyduğu görüşlere göre, insan
ırkları evrimin farklı basamaklarını temsil ediyordu ve bazı insan ırkları,
diğer insanlara göre daha çok evrimleşmiş ve ilerlemişlerdi. Bazıları ise,
neredeyse hala maymunlarla aynı düzeydeydi.
Darwin, "yaşam mücadelesi"nin insan ırkları
arasında da geçerli olduğunu öne sürmüştü. (bkz. Yaşam mücadelesi) "Kayırılmış
ırklar" bu mücadelede üstün geliyorlardı. Darwin'e göre kayırılmış ırklar,
Avrupalı beyazlardı. Asyalı ya da
Afrikalı ırklar ise, yaşam mücadelesinde geri kalmışlardı. Darwin daha da ileri
giderek, bu ırkların dünya üzerindeki "yaşam mücadelesi"ni yakın
zamanda tamamen kaybederek yok olacaklarını ileri sürmüştü:
Belki de yüzyıllar kadar sürmeyecek yakın bir
gelecekte, medeni insan ırkları, vahşi ırkları tamamen yeryüzünden silecekler
ve onların yerine geçecekler. Öte yandan insansı maymunlar da… kuşkusuz elimine
edilecekler. Böylece insan ile en yakın akrabaları arasındaki boşluk daha da
genişleyecek. Bu sayede ortada şu anki Avrupalı ırklardan bile daha medeni olan
ırklar ve şu anki zencilerden, Avustralya yerlilerinden ve gorillerden bile
daha geride olan babun türü maymunlar kalacaktır.104
Darwin, yine İnsanın Türeyişi isimli kitabının başka
bir bölümünde, aşağı ırkların yok olmaları gerektiğini ve gelişmiş insanların
onları yaşatmak ve korumak için çalışmalarının gereksiz olduğunu iddia etmiş ve
bu durumu damızlık hayvan yetiştiricileri ile karşılaştırmıştı:
Yabanıl insanların vücutça ve kafaca zayıf olanları
eleniverir ve sağ kalanlar, çoğunlukla, gerçekten sağlıklı kimselerdir. Öte
yandan biz uygar insanlar, elenme sürecini engellemek için elimizden geleni
yaparız; geri zekalılar, sakatlar ve hastalar için bakımevleri kurarız;
yoksulları koruma yasaları çıkarırız; tıp uzmanlarımız, her hastayı yaşatmak
için en son ana dek bütün ustalıklarını gösterir… Böylece uygarlaşmış toplumların
zayıf bireyleri kendi soylarını sürdürmektedir. Evcil hayvan yetiştiriciliği
yapmış hiç kimse bunun insan ırkına büyük bir zarar vereceğinden kuşku
duymaz.105
Üstteki alıntılarda görüldüğü gibi Darwin, Avustralya
yerlilerini ve zencileri gorillerle aynı seviyede görmüş ve bu ırkların yok
olacaklarını ileri sürmüştü. Diğer "aşağı" gördüğü ırkların ise
çoğalmalarının engellenmesi ve böylece bu ırkların yok edilmeleri gerektiğini
savunmuştu. İşte günümüzde halen kalıntılarına rastladığımız ırkçı ve ayrımcı
uygulamalar, Darwin tarafından bu şekilde onaylanmış ve meşrulaştırılmıştır.
Darwin'in bu ırkçı fikirlerine göre "medeni
insana" düşen görev, bu evrimsel süreci biraz daha hızlandırmaktı. Bu
durumda zaten yok olacak olan geri kalmış ırkların şimdiden yok edilmelerinin
"bilimsel" açıdan hiçbir sakıncası kalmamıştı!
Darwin'in ırkçı yönü, birçok yazısında ve
tespitlerinde de etkisini göstermiştir. Örneğin, 1871'de çıktığı uzun gezide
gördüğü Tierre del Fuego'lu yerlileri tanımlarken de ırkçı ön yargılarını açıkça
ortaya koymuştur. Yerlileri, "çırılçıplak, boyalara batmış, yabanıl
hayvanlar gibi ne yakalayabilirse yiyen, yönetimsiz, kendi kabileleri dışındakilere
karşı acımasız, düşmanlarına işkence yapmaktan zevk alan, kanlı kurbanlar
sunan, çocuklarını öldüren, eşlerine köle gibi davranan, ağır batıl inançlarla
dolu" canlılar olarak tasvir etmişti. Oysa aynı bölgeyi, ondan on yıl önce
gezen W.P. Snow isimli araştırmacı, aynı yerlileri "güzel, güçlü, çocuklarına
düşkün, bazı özgün el sanatlarına sahip, bazı eşyalarda özel mülkiyeti tanıyan,
en yaşlı birkaç kadının otoritesini kabul etmiş" insanlar olarak anlatmıştı.106
Bu örneklerden de anlaşıldığı gibi Darwin tam bir ırkçıydı.
Nitekim What Darwin Really Said (Darwin Gerçekte Ne Söyledi) kitabının yazarı
Benjamin Farrington'ın ifadesiyle de, Darwin İnsanın Türeyişi kitabında
"insan ırkları arası eşitsizliğin apaçıklığı" hakkında birçok yorum
yapmıştır.107
Ayrıca Darwin'in teorisinin Allah'ın varlığını inkar
ediyor olması, insanın Allah'ın yarattığı bir varlık olduğu ve her insanın
birbirbiriyle eşit olarak yaratıldığı gerçeğinin de gözardı edilmesine neden
oldu. Bu da ırkçılığın yükselişini ve dünyada kabul görmesini hızlandıran
etkenlerden biriydi. Amerikalı bilim adamı James Ferguson, yaratılışın reddedilmesinin
ırkçılığın yükselişi ile doğrudan bağlantılı olduğunu şöyle açıklar:
19. yüzyıl Avrupası'nda gelişen yeni antropoloji,
insanın kökeni hakkındaki iki zıt düşünce ekolünün savaş alanı haline geldi.
Bunların daha eski ve köklü olanı, "tek kökenlilik"ti. Bu görüş, tüm
insanoğlunun renk ve özellik farkı olmadan, doğrudan Adem'in soyundan geldiği
ve Tanrı'nın tek bir fiili ile yaratıldığı inancına dayanıyordu. Ancak bu
dönemde "çok kökenlilik" olarak bilinen ve dini inanca karşı koyuştan
doğan rakip bir teori (evrim teorisi) gelişti. Çok kökenlilik, farklı insan ırklarının
farklı kökenleri olduğunu savunuyordu."108
Hintli antropolog Lalita Vidyarthi, Darwin'in evrim
teorisinin, ırkçılığı sosyal bilimlere nasıl kabul ettirdiğini şöyle açıklar:
Darwin'in ortaya attığı 'en güçlülerin hayatta kalması'
düşüncesi, insanoğlunun kültürel bir evrim sürecinden geçtiğine ve en üst
kademenin Beyaz Adam'ın medeniyeti olduğuna inanan sosyal bilimciler tarafından
coşkuyla karşılandı. Bunun bir sonucu olarak, 19. yüzyılın ikinci yarısındaki
Batılı bilim adamlarının çok büyük bir kısmı ırkçılığı şiddetle
benimsediler.109
Darwin'den sonra gelen birçok Darwinist, onun ırkçı
görüşlerini ispatlama çabası içine girdi. Bu uğurda birçok bilimsel çarpıtma ve
sahtekarlık yapmaktan çekinmediler. Çünkü bunu ispatladıkları takdirde, kendi
üstünlüklerini ve diğer ırkları ezme, sömürme ve hatta gerektiğinde yok etme
"haklarını" bilimsel olarak ispatlamış olacaklarını düşünüyorlardı.
Stephen Jay Gould da bazı antropologların, beyaz ırkın
üstünlüğünü kanıtlamak için verileri çarpıttıklarını belirtmektedir. Gould'un
belirttiğine göre, en çok başvurdukları yöntem, buldukları kafatası
fosillerinin beyin hacimleri konusunda çarpıtmalar yapmaktır. Gould kitabında,
birçok antropoloğun, doğru bir ölçü olmamasına rağmen, beyin hacmini zeka ile
ilintili gösterdiklerini ve buna bağlı olarak, özellikle Kafkasyalıların beyin
hacimlerini abarttıklarını ve zencilerle kızılderililerin kafataslarını
olduklarından daha küçük gösterdiklerini anlatmaktadır.110
Gould, Darwinistlerin bazı ırkları aşağı bir tür
olarak göstermek için giriştikleri akıl almaz iddiaları da şöyle açıklar:
Haeckel (Alman Darwinist) ve çalışma arkadaşları da,
Kuzey Avrupalı beyazların ırksal üstünlüğünü göstermek için rekapitülasyon
teorisini (yinelemeli oluşum teorisi) kullandı. İnsan anatomisi ve davranışına
ilişkin bulguları tarayarak, beyinlerden göbek deliklerine kadar bulabildikleri
herşeyi kullandılar. Herbert Spencer şöyle yazdı: 'İlkellerin zihinsel
özellikleri (…) uygarların çocuklarında görülen özelliklerdir.' Carl Vogt
1864'te aynı şeyi daha güçlü bir şekilde ifade etti: 'Büyümüş zenci, zihinsel
yetiler yönünden çocuğun doğasını paylaşır. (…) Bazı kabileler kendilerine özgü
organizasyonlara sahip devletler kurmuşlardır. Ama geri kalanlara bakarak, bu ırkın
geçmişte ya da günümüzde, insanlığın ilerleyişine hizmet etmiş ya da korunmaya
değecek hiçbir şey yapmadığını çekinmeden söyleyebiliriz.' Fransız tıbbi
anatomi bilgini Etienne Serres gayet ciddi bir şekilde, siyah erkeklerin ilkel
olduğunu çünkü göbek deliklerinin seviyesinin düşük olduğunu ileri sürmüştü.111
Fransız Darwinist antropolog Vacher de Lapouge ise,
Race et Milin Social Essais d'Anthroposociologie adlı yapıtında beyaz olmayan sınıfların,
uygar yaşama uyum sağlayamamış vahşilerin çocukları ya da kanı bozulmuş sınıfların
soysuz temsilcileri oldukları görüşünü ortaya attı. Paris'in aşağı ve yukarı sınıflarının
mezarlıklarındaki kafataslarını ölçerek sonuçlar çıkarmıştır. Bu sonuçlara
göre; insanlar kafataslarına göre zengin, kendilerine güvenli, özgürlük
eğilimli iken, diğer kısmı tutucu, azla yetinen, iyi uşak niteliği taşıyan
kimseler oluyorlardı; sınıflar toplumsal ayıklanmanın ürünleriydi; toplumun
yüksek sınıfları yüksek ırklarla çakışıyordu; zenginlik derecesi ile kafatası
endeksi orantılı gidiyordu.
Özetle, Darwin'in teorisinin ırkçı yönü 19. yüzyılın
ikinci yarısında kendine çok elverişli bir zemin buldu. Çünkü o dönemde Avrupalı
"beyaz adam", tam da böyle bir teorinin kendi suçlarını meşrulaştırmasını
bekliyordu.
Darwin,
Erasmus
Charles Darwin'in büyükbabası Erasmus Darwin, bugün
"evrim teorisi" dediğimiz düşüncenin ilk temel önermelerini ortaya
koyan kişilerden biriydi. Erasmus Darwin'e göre canlılar ayrı türler olarak
yaratılmamışlardı. Aksine hepsi tek bir atadan geliyorlardı; ihtiyaçlarına göre
biçimleniyor, değişikliğe uğruyor ve çeşitleniyorlardı. Bu fikirler daha sonra
Charles Darwin tarafından ele alındı ve detaylandırıldı. Canlıların tesadüfler
sonucu birbirlerinden türediklerini öne süren teori, Darwin'in Origin of
Species (Türlerin Kökeni) adlı kitabında evrim teorisi olarak tarihteki yerini
aldı.
Charles Darwin uzun bir din eğitimi görmüştü, ama
Beagle adlı gemiyle yolculuğuna çıkmadan bir yıl önce de, Hıristiyan inancının
bazı temellerinden kesin olarak vazgeçmişti. Çünkü o sıralar özellikle
biyolojiye merak sarmıştı ve karşılaştığı "paradigma", dini
inançlarla hiçbir biçimde uyuşmuyordu. Genç Charles Darwin'i din-dışı ve hatta
din-karşıtı yapan en önemli etken, büyükbabası Erasmus Darwin'di.112
Erasmus Darwin, aslında "evrim" fikrini
İngiltere'de ortaya atan ilk kişiydi. Fizikçi, psikolog ve şair sıfatlarını
üzerinde taşıyordu ve oldukça da "sözü dinlenir" bir insandı. Hatta
bibliyografyasını yazan Desmon King-Hele'ye göre, "onsekizinci yüzyılın en
büyük İngilizi"ydi.113
Erasmus Darwin'in en önemli özelliğiyse, İngiltere'nin
en önde gelen birkaç "natüralist"inden biri olmasıydı. (Natüralizm,
evrenin varlığının özünün doğada olduğuna inanan, bir Yaratıcının varlığını
kabul etmeyen ve bizzat doğayı Yaratıcı sayan düşünce akımıdır.) Erasmus
Darwin'in natüralist çalışmaları, Charles Darwin'e hem ideolojik hem de
örgütsel olarak yön vermişti. Bir yandan kurduğu sekiz dönümlük botanik bahçede
yaptığı araştırmalarla Darwinizm'e temel teşkil edecek argümanları geliştirmiş
ve bunları The Temple of Nature (Doğa Tapınağı) ve Zoonomia adlı kitaplarında
toplamış, öte yandan da 1784 yılında, bu fikirlerin yayılmasına öncülük edecek
bir dernek kurmuştu: Philosophical Society. Nitekim gerçekten de Philosophical
Society, onyıllar sonra Charles Darwin tarafından ortaya atılan kuramın en
büyük ve ateşli destekçilerinden biri olacaktı.114
Kısacası, Charles Darwin'in gördüğü teoloji öğrenimine
rağmen hızla dini inançlarını yitirerek materyalist-natüralist felsefeyi benimsemesinde
ve sonra da bu felsefe adına büyük bir misyon yüklenerek Türlerin Kökeni adlı
kitabını yayınlamasındaki en önemli etken, Erasmus Darwin'di.
Davranışların
kökeni
Evrimciler tüm hayvanların ve insanların davranışında
belirli bir evrimsel köken olduğunu, sahip oldukları özellikleri ilk hücreden
bugünkü hallerine gelene kadarki süre zarfında, sözde atalarından aldıklarını
kabul ederler. Yine evrimcilere göre hayvanlardaki en eski davranış şekli,
besin bulmak için yapılan savaştır ve bu davranış ilk hücrelerden insana kadar
tüm canlılarda ortaktır. Yaşamını sürdürme ve soyunu devam ettirme dürtüleri
ise bu davranıştan daha sonra ortaya çıkmıştır. Yine evrimcilere göre tüm
davranışların bir kökeni, bir nedeni vardır ve çevreye uyum sağlanırken, bu davranışlar
da uygun şekilde değişmelere uğramıştır.
Fakat davranışların evrimi gibi bir açıklamanın gerçeklerle bağdaşan hiçbir yönü yoktur. Çünkü canlıların deneme yanılma yaparak öğrenecek, sonra bunları genlerinde bir davranış modeli olarak kaydedecek ve gelecek nesillere aktaracak akıl, şuur ve yetenekleri yoktur. Onlar yaşamlarını kurtaran savunma şekilleri, yuva kurma modelleri gibi davranış biçimlerine doğuştan sahip olurlar.
Allah her canlıyı kendine has özelliklerle ve davranış
şekilleriyle yaratmaktadır. Örneğin bir kelebeğin hayatta kalabilmek için
kendini daha iyi kamufle edebileceği kuru bir yaprak görünümüne sahip olmayı
kendi kendine düşünüp, bunu vücudunda bir değişikliğe dönüştürmesi mümkün
değildir. Ya da bir kunduzun akarsu yatağında suyun akışını kesebileceği ileri
derecede mühendislik hesapları gerektiren bir baraj inşa edebilmesi ve ilk
doğduğu andan itibaren bunu yapabilmesi kuşkusuz öğrenme ile ya da doğal
seleksiyon gibi bilinçsiz mekanizmalarla açıklanabilecek bir durum değildir. Evrimciler,
bazen de ortaya şöyle bir iddia atarlar: "Hayvanlar tecrübe yoluyla bazı
davranışları öğrenirler ve bu davranışların iyi olanları doğal seleksiyon tarafından
seçilir. Daha sonra bu iyi olan davranışlar kalıtım yoluyla bir sonraki nesle
aktarılır."
Fakat canlıların bu davranış şekillerine sahip olmadıklarında
hayatlarını sürdürebilmeleri mümkün değildir; dolayısıyla bunları zaman içinde
öğrenebilecekleri vakitleri de yoktur. Canlı bu davranışlara doğduğu andan
itibaren sahip olmalıdır. Dolayısıyla bu davranışların seçilmesi gibi bir iddia
ise en baştan çelişkilidir. Çünkü evrimcilerin kabullerinde bu seçimi
yapabilecek bilinç sahibi bir varlık yoktur. Canlılar, yaratıldıkları ilk andan
itibaren kendilerini koruyabilecekleri birtakım özellik ve davranış biçimlerine
sahip olarak doğarlar.
Dawkins,
Richard
İngiliz biyolog Richard Dawkins, Darwinizm'in dünya
çapındaki en önde gelen savunucularından biridir. Fakat Prof. Dawkins, bir
yandan da hararetle savunduğu evrim teorisinin içine düştüğü imkansızlığı ifade
etmektedir:
İncelediğimiz türden bir olay o kadar korkunç derecede ihtimal dışı olacaktır ki, evrenin herhangi bir yerinde gerçekleşebilme ihtimali, her yıl milyar kere milyar kere milyarda bir kadar az olacaktır. Eğer bu yalnızca, evrenin herhangi bir yerindeki tek bir gezegende gerçekleştiyse, bu gezegenin bizim gezegenimiz olması gerekmektedir, çünkü biz burada bu konuda konuşmaktayız.115
Richard Dawkins
Evrimin en ünlü otoritelerinden birinin bu yaklaşımı,
teorinin üzerine kurulu olduğu mantık bozukluğunu çok açık bir biçimde yansıtmaktadır.
Dawkins'in Climbing Mount Improbable (İmkansızlık Dağını Tırmanmak) adlı kitabında
yer verdiği yukarıdaki ifadeleri, evrimcilerin klasik, "biz buradaysak
demek ki evrim de gerçekleşmiştir" şeklindeki, hiçbir açıklama içermeyen kısır
döngü mantığının çarpıcı bir örneğidir.
Dawson,
Charles
Ünlü bir doktor ve aynı zamanda da amatör bir
paleontolog olan Charles Dawson, 1912 yılında, İngiltere'de Piltdown yakınlarındaki
bir çukurda, bir çene kemiği ve bir kafatası parçası bulduğu iddiasıyla ortaya
çıktı. Çene kemiği maymun çenesine benzemesine rağmen, dişler ve kafatası insanınkilere
benziyordu. "Piltdown Adamı" adı verilen ve 500 bin yıllık bir tarih
biçilen bu fosil insanın evrimine kesin bir delil olarak sunuldu.
Fakat 1949-1953 yılları arasında yapılan kronolojik
araştırmalar sonucunda, kafatasının 500 yıl yaşında bir insana, çene
kemiğininse yeni ölmüş bir orangutana ait olduğu anlaşıldı. Ayrıca dişler,
insana ait olduğu izlenimini vermek için sonradan özel olarak eklenmiş ve sıralanmış,
eklem yerleri de törpülenmişti. Daha sonra da bütün parçalar, eski görünmeleri
için potasyum-dikromat ile lekelendirilmişti. Piltdown Adamı, böylece bilim
tarihinin en büyük skandalı olarak tarihe geçmiş oldu. (bkz. Piltdown Adamı)
DDT
Bağışıklığı
Evrimciler, böceklerdeki DDT bağışıklığını evrimin
delili olarak göstermeye çalışırlar. DDT bağışıklığı bakterilerin antibiyotik
direnciyle aynı mantıkta gelişir. (bkz. Antibiyotik direnci) Ortada DDT'ye karşı
sonradan kazanılmış bir bağışıklık yoktur. Böceklerin bazıları zaten her zaman
DDT bağışıklığına sahiptir. DDT icat edildikten sonra, bu kimyasal maddeye
maruz kalan böceklerden bağışıklık mekanizması olmayanların nesilleri
tükenmiştir. Başta az sayıda olan bağışıklık sahibi bireyler zamanla çoğalmışlardır.
Bunun sonucunda aynı böcek türü, tamamen bağışıklık sahibi olan bireylerden
oluşmuş bir topluluk haline gelmiştir. Doğal olarak bütün popülasyon bağışıklık
sahibi bireylerden oluşunca, DDT artık o böcek türüne etki etmemeye başlamıştır.
Halk arasında bu olay "böceklerin DDT'ye bağışıklık kazanması"
şeklinde yorumlanmaktadır.
Evrimci biyolog Francisco Ayala, "böcek
zehirlerinin en kapsamlı türlerine karşı gösterilen bağışıklık, bu insan-yapımı
maddeler böceklere uygulandığında, o böcek türünün çeşitli genetik varyasyonlarında
açıkça vardı" diyerek bu gerçeği kabul eder.116
Gerçekte evrimci kaynaklar bu konuda açık bir yanıltmaca
sergilemektedirler. Özellikle de bu konuyu bazı popüler bilim dergilerinde
zaman zaman gündeme getirerek, evrimin çok büyük bir kanıtı gibi sunmaktadırlar.
Oysa böceklerdeki DDT bağışıklığının evrime delil sağladığı iddiasının hiçbir
bilimsel temeli yoktur.
Denizden
Karaya Geçiş Tezi
(bkz. Sudan karaya geçiş tezi)
Deniz
Memelilerinin Kökeni
Balinalar ve yunuslar, "deniz memelileri"
olarak bilinen canlı grubunu oluştururlar. Bu canlılar memeli sınıflamasına
dahildir, çünkü aynen karadaki memeliler gibi doğurur, emzirir, akciğerle nefes
alır ve vücutlarını ısıtırlar. Deniz memelilerinin kökeni, evrimciler tarafından
açıklanması en zor olan konulardan birisidir. Çoğu evrimci kaynakta, ataları
karada yaşayan deniz memelilerinin, uzun bir evrim süreci sonunda deniz ortamına
geçiş yapacak biçimde evrimleştikleri anlatılır. Buna göre, sudan karaya
geçişin tersine bir yol izleyen deniz memelileri, ikinci bir evrim sürecinin
sonucu olarak tekrar su ortamına dönmüşlerdir. Oysa bu teori hiçbir
paleontolojik delile dayanmaz ve mantıksal yönden de çelişkilidir.
Memeliler evrim basamaklarının en üst kısmında yer
alan canlılar olarak kabul edilirler. Durum bu iken, öncelikle bu canlıların
neden deniz ortamına geçtiklerinin açıklanması gerekir. Bir sonraki soru ise,
bu canlıların deniz ortamına nasıl olup da balıklardan bile daha iyi adapte
olduklarıdır. Çünkü katil balinalar, yunuslar gibi memeli ve dolayısıyla
akciğerli canlılar, suda solunum yapan balıklardan bile daha mükemmel bir
şekilde yaşadıkları ortama uyum göstermektedirler.
Deniz memelilerinin hayali evriminin mutasyon ve doğal
seleksiyon aracılığıyla açıklanamayacağı son derece açıktır. Geo dergisinde yayınlanan
bir makale, deniz memelilerinden mavi balinanın kökeninden söz ederken
Darwinizm'in bu konudaki çaresizliğini şöyle ifade eder:
Mavi balinalar gibi, denizde yaşayan diğer memeli
hayvanların da vücut yapıları ve organları balıklarınkine benzer. Bunların
iskeletleri de balıklarınkiyle benzerlik gösterir. Balinalarda bacaklar
diyebileceğimiz arka uzuvlar tersine gelişme göstererek güdük kalmıştır. Ancak
bu hayvanların şekil değişiklikleri hakkında elde en ufak bir bilgi bile mevcut
değildir. Denize geri dönüşün Darwinizm'in iddia ettiği gibi uzun süreli yavaş
bir geçişle değil, anlık sıçramalar halinde olduğunu kabul etmek zorundayız.
Paleontologlar günümüzde balinanın hangi memeli hayvan türünden geldiği
konusunda yeterli bilgiye sahip değildir.117
Karada yaşayan küçük bir memeli hayvanın, evrim süreci
sonucunda nasıl olup da 30 metre boyunda 60 ton ağırlığında bir balinaya
dönüştüğünü düşünmek gerçekten de çok zordur. Darwinistlerin bu konuda
yapabildikleri tek şey, National Geographic dergisinde yayınlanan aşağıdaki
anlatımda olduğu gibi, hayal güçlerini zorlayarak senaryo üretmektir:
Balinanın doğuşu, bundan 60 milyon yıl önce, dört
ayaklı, kıllı memelilerin yiyecek aramak için denize girmeleriyle başladı.
Çağlar geçtikçe, yavaş yavaş değişiklikler oluştu. Arka ayaklar kayboldu, ön
ayaklar yüzgeçlere dönüştü, kıllar yok olarak kalın, yumuşak, silgimsi balina
derisine yol açtı, burun delikleri başın tepesine hareket etti, kuyruk
genişleyerek balinanın fırçamsı kuyruğuna dönüştü ve beden, suyun içinde
giderek büyüyüp devleşti.118
Öte yandan solunum için akciğerlerini kullanan memeli
bir canlının deniz ortamında geçirmesi gereken adaptasyonlar dikkate alındığında,
böyle bir geçiş için "imkansız" kelimesinin bile yetersiz kaldığı
görülür. Böyle bir geçişte evrim süreci içinde ara basamaklardan herhangi bir
tanesinin bile eksikliği, canlının yaşamasına izin vermeyecek ve evrim sürecini
durduracaktır.
Deniz
Memelilerinin Özgün Yapıları:
Deniz memelilerinin su ortamına geçerken sahip olmaları
gereken adaptasyonlar şöyle sıralanabilir:
1- Suyun Korunması: Deniz memelileri su ortamında
yaşamalarına rağmen su ihtiyaçlarını balıklar gibi, yani tuzlu sudan
faydalanarak gideremezler. Yaşamak için tatlı suya ihtiyaçları vardır. Deniz
memelilerinin su kaynakları pek iyi bilinmemesine rağmen, su ihtiyaçlarının
büyük kısmını, okyanustaki tuz oranının üçte biri kadar tuz içeren canlıları
yiyerek sağladıkları düşünülmektedir. Bu kadar kıt su kaynaklarına sahip deniz
memelileri için, suyun azami derecede korunması ve tasarruf edilmesi son derece
önemlidir. İşte bu nedenle deniz memelileri, develerde görülen su koruması
mekanizmalarına sahiptir. Aynı develer gibi deniz memelileri de terlemez.
Böbrekler, üreyi insanlarınkinden çok daha iyi bir şekilde konsantre ederek
onlara su kazandırır. Böylece su kaybı en aza indirilmiş olur. Sudan tasarruf
en küçük detaylarda bile kendini gösterir. Örneğin anne balina yavrusunu peynir
kıvamındaki çok yoğun bir sütle besler. Bu süt insan sütünden on kez daha yağlıdır.
Sütün bu derece yağlı olmasının birtakım kimyasal sebepleri vardır. Yağ, yavru
tarafından vücuda alındıktan sonra işlenirken yan ürün olarak su açığa çıkar.
Böylece anne, en az su kaybıyla yavrusunun su ihtiyacını gidermiş olur.
2- Görme ve Haberleşme: Deniz memelilerinin gözü ile
kara canlılarının gözü arasındaki farklar şaşırtıcı derecede detaylıdır. Karada
gözü bekleyen tehlikeler fiziksel darbeler ve tozdur. Bu nedenle kara hayvanlarının
göz kapakları vardır. Su ortamında ise en büyük tehlikeler tuz oranı, derinlere
dalarken meydana gelen basınç ve deniz akıntılarının oluşturduğu hasarlardır.
Akıntılarla doğrudan temas olmaması için gözler kafanın yan taraflarındadır.
Ayrıca derin dalışlarda gözü basınca karşı koruyan
sert bir tabaka vardır. Dokuz metre derinlikten sonra denizin dibi karanlık
olduğu için, su memelilerinin gözü, karanlık ortamlara uyum sağlayabilmeyi
sağlayan birçok özellikle donatılmıştır. Lens bir daire biçimindedir. Işığa
hassas olan çubuk hücreleri, renklere ve detaylara duyarlı olan koni
hücrelerinden daha fazladır. Dahası, gözlerde özel bir fosforlu tabaka vardır.
Bu sebeple deniz memelilerinin karanlık ortamlardaki görüşleri kuvvetlidir.
Yine de deniz memelilerinin birincil algıları görme
değildir. Kara memelilerinin aksine, onlar için duyma çok daha önemlidir. Görme
ışık gerektirir, ama duyma için böyle bir ihtiyaç yoktur. Birçok balina ve
yunus, deniz dibindeki karanlık bölgelerde bir tür doğal "sonar"
sayesinde avlanır. Özellikle dişli balinalar ses dalgaları aracılığıyla
"görebilir". Ses dalgaları, aynı görmede olduğu gibi, odaklanır ve
bir noktaya gönderilir. Geriye dönen dalgalar hayvanın beyninde analiz edilir
ve yorumlanır. Bu yorum, hayvana karşısındaki cismin biçimini, büyüklüğünü, hızını
ve konumunu açıkça belli eder. Bu canlılardaki (sonar) sistem son derece
hassastır. Örneğin bir yunus suya atlayan bir kişinin "içini" de algılayabilir.
Ses dalgaları yön bulmanın yanı sıra haberleşme için de kullanılır. Birbirinden
yüzlerce kilometre uzaktaki iki balina ses kullanarak anlaşabilir.
Bu hayvanların haberleşmek ve yön bulmak için çıkarttıkları
sesi nasıl ürettikleri sorusu hala cevapsızdır. Ancak bilinenler arasında,
yunusun vücudundaki çok şaşırtıcı bir ayrıntı dikkat çeker: Hayvanın kafatası
yapısı, beyni bile tahrip edecek kadar sürekli ve şiddetli bir biçimde yaydığı
ses bombardımanından korunmak için ses yalıtımlıdır.
Deniz memelilerinin sahip oldukları tüm bu şaşırtıcı
özelliklerin, evrim teorisinin yegane iki mekanizması, yani mutasyon ve doğal
seleksiyon kanalıyla oluşmuş olma ihtimali ise kesinlikle yoktur. Balıkların
sularda "tesadüfen" oluştuklarını, sonra yine tesadüfler yardımıyla
karaya çıkıp sürüngen ve memelilere evrimleştiklerini, sonra da bu memelilerin
yeniden suya dönerek suda yaşam için gerekli olan özellikleri yine tesadüfen
kazandıklarını öne sürenler, bu aşamaların hiçbirini açıklayamamaktadırlar.
Nitekim fosil kayıtları da bizlere, balinaların ya da
diğer deniz memelilerinin yeryüzünde bir anda ve ataları olmadan ortaya çıktıklarını
göstermektedir. Paleontoloji alanındaki büyük otoritelerden biri olan Edwin
Colbert, bu gerçeği şöyle açıklar:
Bu memelilerin kökeni çok eskiye dayanıyor olmalıdır,
çünkü fosil kayıtlarında balinalar ile ataları sayılan Cretaceous devri
plasentalıları arasında hiçbir ara form yoktur. Aynı yarasalar gibi balinalar
da erken Tertiriyen döneminde aniden ortaya çıkarlar ve son derece özelleşmiş
yaşam biçimleri için gerekli her türlü adaptasyona sahiptirler. Aslında
balinalar diğer memelilerle olan ilişkileri yönünden yarasalardan bile daha
izole durumdadırlar; tamamen ayrı ve kendi başlarına durmaktadırlar.119
Kısacası, tüm diğer temel canlı gruplarında olduğu
gibi, deniz memelilerinde de "evrim" iddiasını destekleyebilecek
hiçbir bulgu yoktur. Bu canlıların sözde ataları olan kara memelilerinden
rastlantısal mutasyonlar sonucunda evrimleşmeleri hem imkansızdır, hem de böyle
bir evrim yaşandığını gösterebilecek hiçbir ara form fosili yoktur.
Deniz
Sürüngenlerinin Kökeni
Deniz sürüngenlerinin büyük bölümünün soyları tükenmiştir,
deniz kaplumbağaları ise bu grubun halen yaşayan bir cinsidir. Bu canlıların
kökeni, evrimci bir yaklaşımla açıklanamaz durumdadır. Bilinen en önemli deniz
sürüngeni, Ichthyosaur olarak bilinen canlıdır. Edwin Colbert ve Michael
Morales, bu canlıların kökeni hakkında evrimci bir yorum yapılamayışını şöyle
kabul ederler:
Stenopterygius türüne ait, yaklaşık 250 milyon yıllık bir Ichthyosaur fosili
Deniz memelilerinin pek çok yönden en özelleşmiş türü
olan Ichthyosaur, erken Triasik devirde ortaya çıkmıştır. Sürüngenlerin jeoloji
tarihine girişleri son derece ani ve dramatik bir şekilde olmuştur; Triasik
öncesi devirlere ait fosil yataklarında, Ichthyosaurların muhtemel atalarına
ait hiçbir iz yoktur... Ichthyosaur ilişkileri hakkındaki en temel sorun, bu
sürüngenleri bilinen başka herhangi bir sürüngen takımına bağlayabilecek hiçbir
sonuca götürücü delilin bulunamayışıdır.120
Bir başka omurgalı tarihi uzmanı Alfred Romer ise şöyle yazmaktadır:
Yaklaşık 200 milyon yıllık bir Ichthyosaur fosili
(Ichthyosaur hakkında) hiçbir ilkel form
bilinmemektedir. Ichthyosaur yapısının kendine özgü özellikleri, gelişmek için
çok uzun bir zaman dilimi gerektirmektedir ve dolayısıyla bu canlıların çok
eski bir kökene sahip olmalarını gerektirir. Ama bu canlıların atası olarak
kabul edilebilecek hiçbir Permiyen devri sürüngeni bilinmemektedir.121
Kısacası sürüngenler sınıflaması içinde yer alan farklı
canlılar, aralarında evrimsel bir ilişki olmadan yeryüzünde ortaya çıkmıştır.
Bu durum ise, tüm canlıların yaratılmış olduklarının çok açık bir bilimsel kanıtını
oluşturmaktadır.
Denton,
Michael
Avustralya'daki Otega Üniversitesi'nden moleküler biyolog
olan Michael Denton, 1985 yılında yayınlanan Evolution: A Theory in Crisis
(Evrim: Kriz İçinde Bir Teori) adlı kitabında, evrim teorisini farklı bilim
dallarının ışığı altında incelemiş ve Darwinizm'in canlılığı açıklamaktan uzak
olduğu sonucuna varmıştır. Ayrıca kitabında evrim teorisi ile bilimsel bulgular
karşılaştırıldığında ortaya çok büyük bir çelişki çıktığını; hayatın kökeni,
popülasyon genetiği, karşılaştırmalı anatomi, paleontoloji ve biyokimyasal
sistemler gibi pek çok farklı alanda, evrim teorisinin "kriz" içinde
olduğunu ifade etmiştir.122
Devonian
Dönemi Bitki Fosilleri
(408-306 milyon yıllık)
Bu döneme ait olan bitki fosillerine baktığımızda,
günümüz bitkilerinde bulunan pek çok özelliği taşıdıklarını görürüz. Örneğin
stoma, kütikül, rhizoid ve sporangialar bu bitkilerde bulunan yapılardan birkaçıdır.123
Bir kara bitkisinin karada yaşayabilmesi için mutlaka kuruma tehlikesinden
korunması gerekir. Kütiküller bitkileri kurumaya karşı koruyan, gövde-dal ve
yaprakları kaplayan mumsu yapılardır. Eğer bitki, yapısında kurumayı önleyecek
kütiküllere sahip değilse, evrimcilerin iddia ettikleri gibi kütikül oluşmasını
bekleyecek vakti yoktur. Kütikül varsa bitki yaşar, yoksa kurur ve ölür. İşte
ayrım bu kadar nettir.
Bitkilerin sahip oldukları tüm yapılar, tıpkı kütikül
gibi, bitki için son derece hayati öneme sahiptir. Bir bitkinin yaşayabilmesi
ve çoğalabilmesi için tıpkı bugünkü gibi kusursuz işleyen sistemlerin hepsine
sahip olması gerekir. Dolayısıyla bu yapılar kademe kademe gelişemezler. Bulunmuş
olan tüm bitki fosilleri de bitkilerin yeryüzünde ilk ortaya çıktıklarından bu
yana, aynı kusursuz yapılara sahip olduklarını doğrulamaktadır.
Dik
Yürümenin Kökeni
İnsanın iki ayağı üzerinde dik yürümesi, başka hiçbir
canlıda rastlanmayan, çok özel bir hareket şeklidir. (bkz. İki ayaklılık) Diğer
bazı hayvanlar ise iki ayaklı olarak sınırlı bir hareket kabiliyetine
sahiptirler. Ayı ve maymun gibi hayvanlar ender olarak (örneğin bir yiyeceğe
ulaşmak istediklerinde) iki ayakları üzerinde kısa süreli hareket edebilirler.
Normalde öne eğik bir iskelete sahiptirler ve dört ayakla yürürler.
İnsanın hayali soyağacına göre yapılan birtakım sınıflandırmalarda
Australopithecus ve Homo habilis sınıflamalarına dahil edilen maymunların dik
yürüdükleri iddia edilmiştir. Fakat bu iddiaların geçersizliği, birçok bilim
adamı tarafından fosillerin iskelet yapısı üzerinde yapılan araştırmalarla
ortaya konmuştur.
Australopithecus ve Homo habilis sınıflamalarına dahil edilen maymunların dik yürüdükleri yönündeki iddia, Fred Spoor'un yönetiminde yapılan iç kulak analizleri tarafından yalanlanmıştır. Spoor ve ekibi, iç kulaktaki denge merkezlerini karşılaştırarak yaptıkları incelemelerde, her iki sınıflandırmanın da günümüz maymunlarına benzer bir hareket biçimine sahip olduğunu göstermiştir.
Söz konusu "dik yürüme" iddiası, Richard
Leakey, Donald Johanson gibi evrimci paleoantropologların on yıllardır
savundukları bir görüştür. İngiltere ve ABD'den dünyaca ünlü iki anatomist Lord
Solly Zuckerman ve Prof. Charles Oxnard'ın Australopithecus örnekleri üzerinde
yaptıkları çok geniş kapsamlı çalışmalar, bu canlıların iki ayaklı olmadıklarını,
günümüz maymunlarınınkiyle aynı hareket şekline sahip olduklarını göstermiştir.
İngiliz hükümetinin desteğiyle, beş uzmandan oluşan bir ekiple bu canlıların
kemiklerini 15 yıl boyunca inceleyen Lord Zuckerman, kendisi de evrim teorisini
benimsemesine rağmen, Australopithecuslar'ın sadece sıradan bir maymun türü
oldukları ve kesinlikle dik yürümedikleri sonucuna varmıştır.124 Bu konudaki
araştırmalarıyla ünlü bir diğer evrimci anatomist Charles E. Oxnard da
Australopithecus'un iskelet yapısını günümüz orangutanlarınınkine
benzetmektedir.125
Son olarak 1994 yılında İngiltere'deki Liverpool
Üniversitesi'nden Fred Spoor ve ekibi, Australopithecus'un iskeleti ile ilgili
kesin bir sonuca varmak için kapsamlı bir araştırma yapmıştır. Bu çalışmada,
Australopithecus fosillerinin iç kulak yapıları incelenmiştir. İnsanların ve
diğer karmaşık yapılı canlıların iç kulaklarında, vücudun yere göre konumunu
belirleyen "salyangoz" isimli bir organ bulunur. Bu organın işlevi,
uçakların dengesini sağlayan "jiroskop" isimli cihazın işlevinin aynısıdır.
Fred Spoor, insanın atası olarak gösterilen canlıların iki ayakları üzerinde
dik olarak yürüyüp yürümediklerini bulmak için, işte bu "salyangoz"
organı üzerinde incelemeler yapmıştır. Spoor'un vardığı sonuç,
Australopithecus'un dört ayaklı olduğudur.126
İç kulaktaki denge merkezlerini karşılaştırarak yapılan
incelemeler sonucunda, Homo habilis sınıfına dahil edilen maymunların da dik
değil, eğik yürüdükleri ortaya çıkmıştır.127
Dilin
Kökeni
Dilin kökeni konusunda iki farklı görüş vardır.
Birinci görüş, insanın "boş" bir zihinle doğduğu ve konuşmayı sadece
çevresinden görüp öğrendiği şeklindedir. Oysa ünlü dil bilimci Noam Chomsky,
bilimsel verilerle, istatistik ve gözlemlerle çok farklı bir sonuç ortaya
koymuştur. Buna göre insan "boş" bir zihinle doğmamaktadır. İnsan
zihninde, dil öğrenmeye ve konuşmaya yönelik özel bir eğilim bulunmaktadır. Bu
özel eğilimin nedeni ise, insanın önceden "programlanmış" olması,
yani özel bir yaratılışa sahip olmasıdır.128
Dünya üzerindeki tüm bebeklerin ortak sesler çıkarmaları,
hepsinin, konuşmaya, söz söylemeye yönelik özel bir ilhamla doğduklarını
göstermektedir. İnsanın, doğadaki diğer canlıların hiçbirinde olmayan bu farklı
özellikle yaratılmış olması, Allah'ın bir ilmidir.
Dino-Kuş
Fosili
(bkz. Archæoraptor liaoningensis)
Dipneuma
Evrimciler, sudan karaya geçiş tezlerini çürüten canlıların
bulunmasıyla birlikte, bu konuda başka teorilere sarıldılar. (bkz. Cœlecanth)
Bazı evrimciler ise, kara canlılarının ataları olarak akciğerli balıkları kabul
ettiler. Solungaçlarına ek olarak akciğerlerini de kullanabilen bu balıklara
verilen genel ad "Dipneuma"dır. Bu balıkların Amerika, Afrika ve
Avustralya denizlerinde yaşayan üç ayrı türü bulunmaktadır.
Bu balıkların ilkel amfibiyenlere evrimleştikleri, aslında
1850'li yıllardan beri düşünülmekteydi. 1950'li yıllara gelindiğinde ise
bunlar, çok istisnai bir örnek olmaları sebebiyle ara geçiş formu olarak kabul
görmekten uzaklaştılar. Bu tarihte bunların kara canlılarının ataları oldukları
düşüncesini artık hiç kimse desteklemiyordu.129
Evrimci Maria G. Lavanant bu durumu şöyle açıklar:
1930'lardan sonra Dipneumalar varsayımı yavaş yavaş
bir yana bırakıldı. 1950'li yılların sonunda yayınlanan bir paleontoloji
klasiği yıllığında çift solunumlu hayvanlar grubu, dört ayaklıların kökeni
olamayacak kadar özel bir durum olarak niteleniyordu.130
Ayrıca bu hayvan kalıntılarının 350 milyon yıllık olduklarının kabul edilmesi ve bu süre içerisinde hiçbir değişikliğe uğramamış olmaları, bunları ara geçiş formu statüsünden tamamen uzaklaştırdı. Bu hayvanlar, iki tür arasında "geçiş" oluşturup sonra da yok olmuş formlar değil, çok eski zamanlardan beri yaşamakta olan orijinal bir "tür"düler.
Diyalektik
Komünizmin fikir babaları Karl Marx ve Friedrich
Engels, materyalist felsefeyi "diyalektik" adı verilen yeni bir
yöntemle açıklamaya çalıştılar. Diyalektik, evrendeki tüm gelişmenin çatışma
sayesinde elde edildiği varsayımıdır. Marx ve Engels, bu varsayıma dayanarak
tüm dünya tarihini yorumlamaya giriştiler. Marx, insanlık tarihinin bir çatışmadan
ibaret olduğunu, mevcut çatışmanın işçiler ve kapitalistler arasında geçtiğini
ve yakında işçilerin ayaklanıp komünist bir devrim yapacaklarını iddia
ediyordu. (bkz. Komünizm)
Ancak Marx'ın ve Engels'in geniş bir kitleyi etkileri
altına alabilmeleri için ideolojilerine bilimsel bir görünüm vermeleri
gerekiyordu. 19. yüzyılda Darwin'in Türlerin Kökeni adlı kitabında öne sürdüğü
temel iddialar, Marx ve Engels'in fikirlerine sözde bilimsel bir dayanak
oluşturdu. Darwin, canlıların "yaşam mücadelesi" sonucunda, yani
"diyalektik bir çatışma"yla ortaya çıktıklarını iddia ediyordu. (bkz.
Yaşam mücadelesi) Dahası, yaratılışı inkar ederek dini inançları da
reddediyordu. Bu durum, Marx ve Engels için bulunmaz bir fırsattı.
Marx ve Engels, Darwin'in evrim kuramının kendi ateist
dünya görüşlerine bilimsel bir destek oluşturduğunu zannederek sevinmişlerdi.
Ancak evrim teorisi, 19. yüzyılın bilim açısından ilkel ortamında ortaya atıldığı
için kabul görebilmiş, hiçbir bilimsel delili olmayan, yanılgılarla dolu bir
teoriydi. 20. yüzyılın ikinci yarısında gelişen bilim, evrim teorisinin
geçersizliğini ortaya çıkardı. Bu, Darwinizm için olduğu kadar materyalist ve
komünist düşünce için de çöküş anlamı taşıyordu. Ancak materyalist görüşe sahip
bilim adamları, Darwinizm'in çöküşünün kendi ideolojilerinin de çöküşü demek
olduğunu bildiklerinden, Darwinizm'in çöküşünü insanlardan gizlemek için her
türlü yönteme başvurdular.
DNA
Canlılığın kökenini rastlantılarla açıklama
gayretindeki evrim teorisi, hücredeki en temel moleküllerin varlığına bile
tutarlı bir izah getirememişken, genetik bilimindeki ilerlemeler ve nükleik
asitlerin, yani DNA ve RNA'nın keşfi, teori için yepyeni çıkmazlar oluşturdu.
1955 yılında James Watson ve Francis Crick adlı iki bilim adamının çalışmaları,
DNA'nın inanılmaz derecedeki kompleks yapısını ve tasarımını gün ışığına çıkardı.
Vücuttaki 100 trilyon hücrenin her birinin
çekirdeğinde bulunan DNA adlı molekül, insan vücudunun eksiksiz bir yapı planını
içerir. Bir insana ait bütün özelliklerin bilgisi, dış görünümünden iç organlarının
yapılarına kadar, DNA'nın içinde özel bir şifre sistemiyle kayıtlıdır. DNA'daki
bilgi, bu molekülü oluşturan dört özel molekülün diziliş sırası ile kodlanmıştır.
Nükleotid (veya baz) adı verilen bu moleküller, isimlerinin baş harfleri olan
A, T, G, C ile ifade edilirler.
İnsanlar arasındaki tüm yapısal farklar, bu harflerin diziliş sıralamalarının birbirinden farklı olmasından kaynaklanır. DNA'daki harflerin diziliş sırası, insanın yapısını en ince ayrıntılarına dek belirler. Boy, göz, saç ve cilt rengi gibi özelliklerin yanı sıra vücuttaki 206 kemiğin, 600 kasın, 10.000 işitme siniri ağının, 2 milyon optik sinir ağının, 100 milyar sinir hücresinin ve 100 trilyon hücrenin planları tek bir hücrenin DNA'sında mevcuttur. Eğer DNA'daki bu genetik bilgiyi kağıda dökmeye kalksak, yaklaşık 500'er sayfalık 900 ciltten oluşan dev bir kütüphane oluşturmamız gerekir. Ama bu inanılmaz hacimdeki bilgi, DNA'nın "gen" adı verilen parçalarında şifrelenmiştir.
Bir geni oluşturan nükleotidlerde meydana gelecek bir
sıralama hatası, o geni tamamen işe yaramaz hale getirecektir. İnsan vücudunda
40 bin gen bulunduğu düşünülürse, bu genleri oluşturan milyonlarca nükleotidin
doğru sıralamada tesadüfen oluşabilmelerinin kesinlikle imkansız olduğu
görülür. Evrimci bir biyolog olan Frank Salisbury bu imkansızlıkla ilgili
olarak şunları söyler:
Orta büyüklükteki bir protein molekülü yaklaşık 300
amino asit içerir. Bunu kontrol eden DNA zincirinde ise yaklaşık 1.000
nükleotid bulunacaktır. Bir DNA zincirinde 4 çeşit nükleotid bulunduğu hatırlanırsa,
1.000 nükleotidlik bir dizi 41000 farklı şekilde olabilecektir. Küçük bir
logaritma hesabıyla bulunan bu rakam, aklın kavrama sınırının çok
ötesindedir.131
Bir geni oluşturan şifrelerden tek birinin bile hatalı olması, o geni tamamen işe yaramaz hale getirecektir. İnsan vücudunda bulunan 40 bin geni oluşturan milyonlarca nükleotidin doğru sıralamada tesadüfen oluşabilmeleri imkansızdır.
41000'de bir, "küçük bir logaritma hesabı"
sonucunda, 10620'de bir anlamına gelir. Bu sayı 1'in yanına 620 sıfır
eklenmesiyle elde edilir. 1'in yanında 11 tane sıfır 1 trilyonu ifade ederken,
620 tane sıfırlı bir rakamın kavranması gerçekten de mümkün değildir.
Nükleotidlerin tesadüfen bir araya gelerek RNA ve DNA'yı oluşturmasının imkansızlığını,
evrimci Fransız bilim adamı Paul Auger de şöyle ifade etmektedir:
Rastgele kimyasal olaylar sayesinde nükleotidler gibi
karmaşık moleküllerin ortaya çıkışı konusunda bence iki aşamayı net bir biçimde
birbirinden ayırmamız gerekir; tek tek nükleotidlerin üretilmesi -ki bu belki
mümkün olabilir- ve bunların çok özel seriler halinde birbirine bağlanması.
İşte bu ikincisi, olanaksızdır.132
Evrimci Prof. Dr. Ali Demirsoy da, DNA'nın meydana
gelmesi hakkında şu itirafı yapmak zorunda kalır:
Bir proteinin ve çekirdek asitinin (DNA-RNA) oluşma
ihtimali tahminlerin çok ötesinde bir olasılıktır. Hatta belirli bir protein
zincirinin ortaya çıkma ihtimali astronomik denecek kadar azdır.133
Evrim teorisi, moleküler düzeyde gerçekleştiği iddia
edilen evrimsel oluşumlardan hiçbirisini ispatlayabilmiş değildir. Bilimin
ilerlemesi bu sorulara cevap üretmek bir yana, soruları daha da kompleks ve
içinden çıkılamaz hale getirmekte ve yaratılışı doğrulamaktadır.
Ama evrimciler, yaratılışı kabul etmemek için
kendilerini şartlandırmışlardır ve bu durumda imkansıza inanmaktan başka
seçenekleri yoktur. Avustralyalı ünlü moleküler biyolog Michael Denton,
Evolution: A Theory in Crisis (Evrim: Kriz İçinde Bir Teori) adlı kitabında bu
durumu şöyle anlatır:
Yüksek organizmaların genetik programlarının yapısı,
milyarlarca bit (bilgisayar birimi) bilgiye ya da 1.000 ciltlik küçük bir
kütüphanenin içindeki tüm harflerin dizilimine eşdeğerdir. Bu denli kompleks
organizmaları oluşturan trilyonlarca hücrenin gelişimini belirleyen, emreden ve
kontrol eden sayısız kompleks işlevin tamamen rastlantıya dayalı bir süreç
sonucunda oluştuğunu iddia etmek ise, insan aklına yönelik bir saldırıdır. Ama
bir Darwinist, bu düşünceyi en ufak bir şüphe belirtisi bile göstermeden kabul
eder!134
Dobzhansky,
Theodosius
Evrimin ünlü teorisyenlerinden Rus bilim adamı
Dobzhansky, canlılar ve DNA'ları arasındaki kuralsız ilişkinin evrimin açıklayamadığı
büyük bir sorun olduğunu şöyle ifade etmektedir:
Daha kompleks organizmaların genelde basit olanlara
göre hücrelerinde daha fazla DNA'ları vardır. Fakat bu kuralın dikkat çeken
istisnaları vardır. Amphiuma (amfibiyen), Propterus (bir akciğerli balık) ve
hatta sıradan kurbağalar ve kara kurbağaları tarafından geçilen insan ise,
liste başı olmaktan çok uzaktır. Neden bu durum bu kadar uzun zamandır bir
bilmece olarak kaldı?135
Ayrıca Theodosius Dobzhansky, evrim teorisinin 20.
yüzyılın ilk çeyreğinde keşfedilen genetik kanunları karşısında tam anlamıyla
bir açmaza girmesiyle birlikte, Darwinizm'e yeni bir "yama" olarak
öne sürülen neo-Darwinizm'in mimarları arasında yer alır.
Dobzhansky Theodosius
Doğal
Seleksiyon (Doğal Seçilim, Doğal Ayıklanma)
(Natural
Selection)
Doğal seleksiyon, doğada daimi bir yaşam mücadelesi
olduğu ve bu mücadelede hayatta kalanların hep "güçlü ve doğal şartlara
uygun" canlılar olacağı varsayımına dayanır. Örneğin yırtıcı hayvanların
tehdidi altında olan bir geyik sürüsü içinde, doğal olarak hızlı kaçabilen
geyikler hayatta kalacaktır. Doğal olarak da bir süre sonra bu geyik sürüsü hızlı
koşabilen geyiklerden ibaret hale gelecektir.
Dikkat edilirse bu süreç, ne kadar uzun sürerse sürsün,
geyikleri bir başka canlı türüne dönüştürmez. Zayıf geyikler elenir, güçlüler
hayatta kalır; sonuçta geyiklerin genetik bilgisinde bir değişiklik olmadığı
için bir "tür değişimi" gerçekleşmez. Geyikler ne kadar seleksiyona
uğrarlarsa uğrasınlar, geyik olarak yaşamaya devam ederler.
Geyik örneği tüm türler için geçerlidir. Doğal seleksiyon
vasıtasıyla sadece bir popülasyon içindeki sakat, zayıf ya da çevre şartlarına
uymayan bireylerin ayıklanmasına vesile olur; yeni canlı türleri, yeni genetik
bilgi ya da yeni organlar ortaya çıkmaz. Yani doğal seleksiyon vasıtasıyla
canlılar evrimleşmez. Darwin bu gerçeği "faydalı değişiklikler oluşmadığı
sürece doğal seleksiyon hiçbir şey yapamaz" diyerek kabul etmiştir.136
Geyik fosili
Doğal seleksiyon, Darwin'den önceki biyologlar tarafından
da bilinen, ancak "türlerin bozulmadan sabit kalmalarını sağlayan bir
mekanizma" olarak tanımlanan bir doğal süreçtir. İlk kez Darwin, bu
sürecin evrimleştirici bir gücü olduğu iddiasını ortaya atmış, tüm teorisini de
bu iddiaya dayandırmıştır. Kitabına verdiği isim, doğal seleksiyonun Darwin'in
teorisinin temeli olduğunu gösterir: "Türlerin Kökeni, Doğal Seleksiyon
Yoluyla"
Günümüzün en ünlü evrimcilerinden Stephen Jay Gould
Darwinizm'in bu büyük yanılgısı hakkında şunları söyler:
Darwinizm'in özü tek bir cümleye dayanır: Doğal
seleksiyon evrimsel değişimde yaratıcı güçtür. Kimse doğal seleksiyonun zayıf
olanın elenmesindeki rolünü inkar etmez. Ancak Darwin teorisi doğal
seleksiyonun uygun olanı yaratmasını da istemektedir.137
Evrimci C. Loring Brace, American Scientist dergisinde
yayınlanan bir makalesinde, Darwinizm'in bilimsel bulgular tarafından
reddedildiğini ve doğal seleksiyonu da türleri oluşturan bir mekanizma olarak
göremeyeceğimizi şöyle açıklar:
American Scientist okuyucuları, biyolojinin büyük bir kısmının
ve paleontolojinin tamamının Darwin'in organik evrim hakkındaki görüşlerini
reddettiğini fark etmiyor olabilirler. Doğal seleksiyon sadece "ince
ayar" olarak görüldüğü için reddediliyor, adaptasyon ise pratikte
kesinlikle geçerli görülmüyor.138
Drosophila
(bkz. Meyve sinekleri)
Dört
Ayaklıların (Tetrapodların) Kökeni
Dört ayaklılar (tetrapodlar), karada yaşayan omurgalı
canlıların geneline verilen isimdir. Bu sınıflama içinde amfibiyenler,
sürüngenler ve memeliler yer alır. Evrim teorisinin dört ayaklıların kökeni
hakkındaki varsayımı ise, bu canlıların suda yaşamakta olan balıklardan
evrimleştiği yönündedir. Oysa bu iddia, hem fizyolojik ve anatomik yönlerden
çelişkilidir, hem de iddianın fosil kayıtları yönünden hiçbir temeli yoktur.
Bir balığın karada yaşamaya uygun hale gelmesi için onun,
solunum sistemi, boşaltım mekanizması, iskelet yapısı gibi farklı yönlerden çok
büyük değişimler geçirmesi gerekir. Solungaçlar akciğere dönüşmeli, yüzgeçler
vücut ağırlığını taşıyacak biçimde ayak özelliği kazanmalı, vücut artıklarını
arıtmak için böbrekler oluşmalı, deri sıvı kaybetmeyi engelleyecek bir yapı kazanmalıdır.
Tüm bu değişimler gerçekleşmediği sürece, bir balık karaya çıktığında en fazla
birkaç dakika yaşayacaktır. (Ayrıca bkz. Sudan karaya geçiş tezi)
Durağanlık
(Stasis)
Çoğu tür, dünya üzerinde var olduğu süre boyunca hiçbir
yönden değişim göstermez. Fosil kayıtlarında ilk ortaya çıktıkları andaki yapıları
ne ise, kayıtlardan yok oldukları andaki yapıları da odur. Morfolojik
(şekilsel) değişim genellikle sınırlıdır ve belirli bir yönü yoktur. Fosil kayıtları,
canlı türlerinin hem bir anda ve tamamen farklı yapılarda ortaya çıktıklarını,
hem de çok uzun jeolojik dönemler boyunca değişmeden sabit kaldıklarını
göstermektedir.
Eğer gerçekten bir evrim yaşanmış olsaydı, canlıların
yeryüzünde küçük kademeli değişimlerle ortaya çıkmaları ve zaman içinde de
değişmeye devam etmeleri gerekirdi. Oysa fosil kayıtları bunun tam aksini
gösterir. Farklı canlı sınıflamaları, kendilerine benzeyen ataları olmadan
aniden ortaya çıkmışlar ve yüz milyonlarca yıl boyunca hiç değişim geçirmeden
durağan bir biçimde kalmışlardır.
1. Ordovikyen devrine ait "at tırnağı yengeci" fosili. Bu 450 milyon yıllık fosil de, günümüzde yaşayan örneklerinden farksızdır.
2. Amber içinde bulunmuş 25 milyon yıllık termit fosilleri. Günümüzde yaşayan termitlerden tümüyle farksızlar.
3. Ordovikyen devrine ait istiridye fosilleri, yaşayan istiridyelerden faksız.
4. 150 milyon yıllık semender fosili. Bugün herhangi bir ormanda göreceğimiz semenderlerden farksız.
Düzenleyici
Gen (Regulatory Gene)
Mutasyonların evrimsel bir gelişme sağlamadığı açık
bir gerçektir. Bu gerçek hem neo-Darwinizm'i hem de sıçramalı evrim teorisini çıkmaza
sürüklemektedir. (bkz. Mutasyon; Sıçramalı evrim modeli) Mutasyon bir tahrip
mekanizması olduğuna göre, sıçramalı evrim savunucularının sözünü ettikleri
makromutasyonlar, canlılar üzerinde "makro" düzeyde tahribatlar
oluşturacaktır. Kimi evrimciler, DNA'daki "düzenleyici genler"
(regulatory genes) üzerinde oluşan mutasyonlara umut bağlamaktadır. Ama diğer
mutasyonlar için geçerli olan tahrip edici özellik, bu mutasyonlar için de
geçerlidir. Sorun, mutasyonun rastgele bir değişim olması sorunudur; genetik
bilgi gibi kompleks bir yapı üzerindeki her türlü rastgele değişim zararlı sonuçlar
verir.
Genetikçi Lane Lester ve popülasyon genetikçisi
Raymond Bohlin, söz konusu mutasyon çıkmazını şöyle ifade etmektedirler:
… Makromutasyonların komplekslik artışı sağlamasının
(genetik bilgiyi geliştirmesinin) ise izi bile yoktur. Eğer yapısal gen
mutasyonları (küçük mutasyonlar) gerekli değişimleri oluşturmakta yetersiz kalıyorlar
ise, düzenleyici genler üzerindeki mutasyonlar daha da işe yaramaz olacaktır,
çünkü adaptasyon sağlamayan ve hatta yıkıcı etkiler oluşturacaktır...139
Gözlem ve deneyler, mutasyonların genetik bilgiyi
geliştirmediğini ve canlıları tahrip ettiğini gösterirken, sıçramalı evrim
savunucularının mutasyonlardan büyük "başarılar" beklemeleri, açık
bir tutarsızlıktır.
Düzenli
Sistem
Evrim teorisi, fiziğin en temel kanunlarından biri
olan termodinamiğin ikinci kanunu (entropi kanunu) ile açıkça çelişmektedir.
(bkz. Termodinamiğin İkinci Kanunu) Deneysel olarak ispatlanmış olan bu teoriye
göre evrende kendi haline, doğal şartlara bırakılan tüm sistemler, zamanla
doğru orantılı olarak düzensizliğe, yıpranmaya, bozulmaya uğrarlar.
Evrimciler işte bu bilimsel gerçekle ters düşmemek
için birtakım kavramları yanıltıcı olarak kullanırlar. Sürekli olarak madde ve
enerji giriş-çıkışı olan sistemlerde (açık sistemler) belli bir düzenin oluşabileceğini
öne sürerler.
Örneğin rüzgar, tozlu bir odaya girdiğinde daha önce
yere tek düze olarak yayılmış toz tabakası, odanın belli bir kenarına
toplanabilir. Bu yine termodinamik anlamda eskisine göre daha düzenli bir
ortamdır, fakat toz parçacıkları hiçbir zaman rüzgarın enerjisiyle 'kendi
kendilerine organize olarak' odanın tabanında bir insan resmi oluşturamazlar.
Aynı şekilde tekrarlardan oluşan düzen, bir daktilonun
klavyesindeki "a" harfinin üzerine bir cisim düştüğü için (yani içeri
giren enerji akımı ile) yüzlerce kere "aaaaaaaa..." yazabilir. Fakat
"a"ların bu şekilde tekrarlı bir düzen içerisinde olması ne bir bilgi
içerir, ne de herhangi bir komplekslik. Bilgi içeren kompleks bir harf sıralaması
(yani anlamlı bir cümle, paragraf ya da kitap yazmak) için mutlaka bir akla
ihtiyaç vardır.
Sonuç olarak doğal süreçlerle hiçbir zaman kompleks ve
organize sistemler meydana gelemez. Ancak zaman zaman yukarıdaki örneklerdekine
benzer basit düzenlemeler oluşabilir. Bu düzenlemeler de belli sınırların
ötesine geçemezler.
Ne var ki evrimciler bu şekildeki doğal süreçlerle
kendiliğinden ortaya çıkan düzenlenme (self-ordering) olaylarını evrimin çok
önemli bir kanıtı gibi sunmakta ve bunları sözde "kendi kendini organize
etme" (self-organization) örnekleri gibi göstermektedirler. Bu kavram
kargaşası sonucunda da, canlı sistemlerin doğal olaylar ve kimyasal
reaksiyonlar sonucunda kendiliğinden meydana gelebileceğini öne sürmektedirler.
Halbuki organize sistemlerle düzenli sistemler
birbirlerinden tamamen farklı yapılardır. Düzenli sistemler basit sıralamalar,
tekrarlar şeklinde yapılar içerirken, organize sistemler içiçe geçmiş son
derece kompleks yapı ve işlevler içerirler. Ortaya çıkmaları için mutlaka
bilinç, bilgi ve tasarıma ihtiyaç vardır. Ilya Prigogine de bu kasıtlı kavram
kargaşasına başvurmuş ve içeri doğru enerji akışı sırasında kendi kendine
düzenlenen moleküllerin örneklerini, "kendiliğinden organize olma"
şeklinde ifade etmiştir. Amerikalı bilim adamları Thaxton, Bradley ve Olsen,
The Mystery of Life's Origin (Canlılığın Kökeninin Sırrı) adlı kitaplarında bu
durumu aşağıdaki gibi açıklarlar:
... Her durumda sıvının içerisindeki moleküllerin
rastgele hareketlerinin yerini, anında son derece düzenli bir davranış almaktadır.
Prigogine, Eigen ve diğerleri buna benzer bir 'kendi kendine organize olma'nın
organik kimyanın esası olabileceğini ileri sürerler ve bunun da canlı sistemler
için gerekli olan son derece kompleks molekülleri açıklayabilme potansiyeline
sahip olduğunu iddia ederler. Fakat bu paralellikler hayatın kökeni sorusuyla
alakasızdır. Bunun ana nedeni, bunların düzen ve kompleksliği ayırt etmeyi
başaramamalarıdır.140
Yine aynı bilim adamları, bazı evrimcilerin öne
sürdükleri "suyun buz haline gelmesi, biyolojik düzenliliğin kendiliğinden
ortaya çıkabileceğine örnektir" şeklindeki mantığın yüzeyselliğini ve çarpıklığını
şöyle açıklarlar:
Suyun kristalize
olup buza dönüşmesiyle, basit bir monomerin milyonlarca yıl içinde polimer
halinde birleşerek DNA ve protein gibi kompleks moleküllere dönüşmesi arasındaki
benzetme sık sık tartışılmaktadır. Her durumda benzetme açıkça yanlıştır… Isı
alçaltılarak termal etki yeterince küçültüldüğünde, atomları birbirine bağlayan
güçler, su moleküllerini düzenli kristalize bir dizilime sokarlar. Amino asit gibi organik monomerler ise herhangi bir ısıda,
değil düzenli bir organizasyona, birleşmeye dahi tamamen karşı koyarlar.141
Tüm kariyerini termodinamiği evrim teorisiyle bağdaştırmaya
adamış olan Prigogine dahi, suyun kristalize olmasıyla kompleks biyolojik yapıların
ortaya çıkışı arasında bir benzerlik bulunmadığını kabul etmiştir:
Burada belirtilmesi gereken, izole olmayan (açık) bir
sistemde, yeterli düşük sıcaklıklarda düzenli ve düşük-entropi içeren yapıların
oluşma ihtimalidir. Bu düzenleme prensibi, kristaller gibi düzenli yapıların
oluşumundan ve maddenin hal değişimlerinden sorumludur. Maalesef bu
prensip, biyolojik yapıların oluşumunu açıklayamaz.142
Yorumlar
Yorum Gönder