B
Bakteri
Kamçısı
Bakteri kamçısı,
bazı bakteriler tarafından sıvı bir ortamda hareket edebilmek için kullanılır.
Organ, bakterinin hücre zarına tutturulmuştur ve canlı, ritmik bir biçimde
dalgalandırdığı bu kamçıyı bir palet gibi kullanarak dilediği yön ve hızda
yüzebilir.
Bakterilerin kamçısı uzun zamandır bilinmektedir.
Ancak son 10 yıl içindeki gözlemler, bu kamçının detaylı yapısını ortaya çıkarınca
bilim dünyası şaşkına dönmüştür. Çünkü kamçının, önceden sanıldığı gibi basit
bir titreşim mekanizmasıyla değil, çok karmaşık bir "organik motor"
ile çalıştığı ortaya çıkmıştır.
Bakterinin hareketli motoru, elektrik motorlarıyla aynı
mekanik özelliğe sahiptir. İki ana bölüm söz konusudur: Bir hareketli kısım
(rotor) ve bir durağan kısım (stator).
Bu organik motor, mekanik hareketler oluşturan diğer
sistemlerden farklıdır. Hücre, içinde ATP molekülleri halinde saklı tutulan hazır
enerjiyi kullanmaz, zarından gelen bir asit akışından aldığı enerjiyi kullanır.
Motorun kendi iç yapısı ise olağanüstü derecede komplekstir. Kamçıyı oluşturan
yaklaşık 240 ayrı protein vardır. Bunlar kusursuz bir mekanik tasarımla
yerlerine yerleştirilmiştir. Bilim adamları, kamçıyı oluşturan bu proteinlerin
motoru kapatıp açacak sinyalleri gönderdiklerini, atom boyutunda harekete imkan
sağlayan mafsallar oluşturduklarını ya da kırbacı hücre zarına bağlayan
proteinleri hareketlendirdiklerini belirlemişlerdir. Motorun işleyişini basitleştirerek
anlatmak amacıyla yapılan modellemeler bile sistemin karmaşıklığının anlaşılması
için yeterlidir.
Sadece bakteri kamçısının bu kompleks yapısı dahi
evrim teorisini çökertmek için yeterlidir. Çünkü kamçı hiçbir şekilde basite
indirgenemeyecek bir yapıdadır. Kamçıyı oluşturan moleküler parçaların tek bir
tanesi bile olmasa, ya da kusurlu olsa, kamçı çalışmaz ve dolayısıyla bakteriye
hiçbir faydası olmaz. Bakteri kamçısının ilk var olduğu andan itibaren eksiksiz
olarak işlemesi gerekmektedir. Bu gerçek karşısında evrim teorisinin
"kademe kademe gelişim" iddiasının anlamsızlığı bir kez daha açıkça
ortaya çıkmaktadır. Nitekim bugüne kadar hiçbir evrimci biyolog, bakterinin
kamçısının kökenini açıklamayı denememiştir bile.
Bakteri kamçısı, evrimcilerin "en ilkel canlılar"
saydığı bakterilerde dahi olağanüstü tasarımlar bulunduğunu gösteren önemli bir
gerçektir.
Bakterilerin
Kökeni
Bilinen en eski fosiller, yaklaşık 3.5 milyar yıl önce
yaşamış olan bakterilerdir. Bu nedenle evrimciler, cansız maddelerin ilk olarak
tek hücreli bakterileri meydana getirdiklerini iddia ederler. İddialarının
devamında ise ilk bakterilerin zaman içinde, yavaş yavaş çok hücreli canlılara
dönüştüklerini, bu canlıların da günümüzdeki son derece kompleks bitki ve
hayvanların ataları olduklarını öne sürerler. Ancak bu iddialarının bilimsel
hiçbir delili olmadığı gibi, evrimciler cansız maddelerin nasıl olup da
bakterileri oluşturduğunu açıklayamamaktadırlar.
Bakteriler, birçok bilim adamı tarafından yakın zamana
kadar basit canlılar olarak bilinmekteydi. Ancak yapılan detaylı araştırmalar,
bu canlıların çok küçük ve tek hücreli olmalarına rağmen oldukça kompleks bir
yapıya sahip olduklarını gösterdi.
Hemen hemen bütün bakteri türleri koruyucu bir katman
olan hücre duvarı ile çevrilidir. Hücre duvarı bakteriye şeklini verir ve
bakterinin çok farklı ortamlarda yaşayabilmesini sağlar. Bazı tür bakterilerde
kapsül adı verilen ve hücre duvarını dıştan saran ince bir katman da
bulunmaktadır. Tüm bakterilerin hücre duvarlarının içinde, elastik yapıdaki
hücre zarı vardır. Küçük yiyecek molekülleri bu zarın üzerindeki gözeneklerden
hücrenin içine girer, ancak büyük moleküller buradan geçemezler.
Zarın içinde yumuşak, jöle benzeri bir yapısı olan
sitoplazma bulunur. Sitoplazmada, "enzim" adı verilen proteinler
bulunur. Enzimler yiyecekleri parçalayarak hücre için gerekli hammaddeyi
sağlarlar.
Diğer tüm canlı hücreleri gibi bakteri hücreleri de
DNA içerir. DNA, bir hücrenin büyümesini, üremesini ve diğer aktivitelerinin
tamamını kontrol eder. Bakteri hücresinde DNA sitoplazmada serbestçe dolaşır.
Prokaryotlar, yani çekirdeksiz hücreler dışındaki tüm canlı hücrelerinde DNA,
sitoplazmadan bir zarla ayrılan çekirdeğin içinde bulunur.
Ayrıca, bu küçük hücrelerin içerisinde yeryüzünde
yaşamın sürekliliğini sağlayan çok önemli biyokimyasal olaylar gerçekleşir.
Bakteriler, yeryüzündeki doğal ekolojik sistemin işleyişinde çok önemli
görevleri yerine getirirler. Örneğin bazı bakteri türleri, ölü bitki ve hayvan
kalıntılarını parçalayarak, bunları canlı organizmalar tarafından tekrar kullanılmak
üzere temel kimyasal maddelere dönüştürürler. Bazıları toprağın verimliliğini
artırırlar. Bunlardan başka; sütü peynire dönüştürmek, zararlı bakterilere karşı
antibiyotik üretmek, vitamin sentezi yapmak gibi çok önemli görevleri de yerine
getirirler.
Bunlar, bakterilerin yerine getirdikleri sayısız
görevden sadece birkaç tanesidir. Bütün bunları yapan bakterilerin genetik yapıları
derinlemesine incelendiğinde hiç de basit olmadıkları görülür.
Bir bakterinin DNA'sı bile oldukça komplekstir. Hepsi
çok kesin ve anlamlı bir dizilimle sıralanmış olan en az 3 milyon birim
içermektedir.49
Bakteri, sahip olduğu yüzlerce değişik özelliğin yanı
sıra üstün yaratılışı sergileyen bir DNA'ya sahpitir. Bilinen en küçük bakteri olan
theta-x-174'ün DNA'sında 5375 nükleotid bulunmaktadır. (Nükleotidler,
canlılarda kalıtsal özelliklerin tümünü denetleyen nükleik asitlerin yapı
taşlarıdır.) Normal boyutlardaki bir bakteride ise nükleotid sayısı 3 milyon
kadardır.50 1900'lü yılların başından beri, üzerinde çeşitli çalışma ve
araştırmalar yapılan bağırsak bakterisi Escherichia coli'nin ise tek bir
kromozomunda 5.000 gen bulunmaktadır. (Genler bir organa veya bir proteine ait
olan DNA üzerindeki parçaların oluşturduğu özel bölümlerdir.)
Her bir bakterinin DNA'sında kodlanmış bu bilgiler,
bakterinin yaşaması için gereklidir ve bu bilgilerdeki herhangi bir değişiklik,
bakterinin tüm çalışma sistemini bozacak kadar önemlidir. 2-3 mikron
büyüklüğündeki bu hücrenin içinde bilgi taşıyan bu sarmalın uzunluğu ise 1.400
mikrondur.51 (1 mikron, 0.001 mm.dir) Özel bir dizayn ile bu müthiş bilgi
zinciri, kendisinden binlerce kat küçük bir organizmanın içine sığdırılmıştır.
Görüldüğü gibi bakterilerin gen şifrelerinde en ufak
bir aksaklığın olması ya da çalışma sistemlerinin bozu lması, bakterilerin
yaşayamamaları ve nesillerini devam ettirememeleri anlamına gelir. Bunun
sonucunda da ekolojik denge zincirinin çok kritik bir halkası kopmuş ve canlılar
alemindeki bütün dengeler alt üst olmuş olur. Bu kompleks özellikler göz önüne
alındığında, evrim teorisinin iddia ettiği gibi, bakterilerin ilkel hücreler
olmadıkları anlaşılmaktadır.
Dahası evrimcilerin iddiasındaki gibi, bakterilerin
evrimleşerek bitki ve hayvan hücrelerine (ökaryotik hücrelere) dönüşmesi de her
türlü biyoloji, fizik ve kimya kuralına aykırı bir olaydır. Evrim teorisinin
savunucuları bu imkansızlığı açıkça bilmelerine rağmen, bu tutarsız iddiayı
savunmaktan vazgeçmezler. Örneğin, ünlü evrimcilerden Prof. Ali Demirsoy, ilkel
olduğu iddia edilen bakteri hücrelerinin ökaryotik hücrelere dönüşemeyeceğini
şu sözleriyle itiraf eder:
Evrimde açıklanması en zor olan kademelerden biri de,
bu ilkel canlılardan nasıl olup da organelli ve karmaşık hücrelerin meydana
geldiğini bilimsel olarak açıklamaktır. Esasında bu iki form arasında gerçek
bir geçiş formu da bulunamamıştır. Bir hücreliler ve çok hücreliler bu karmaşık
yapıyı tümüyle taşırlar, herhangi bir şekilde daha basit yapılı organelleri
olan ya da bunlardan birinin daha ilkel olduğu bir gruba veya canlıya
rastlanmamıştır. Yani taşınan organeller her haliyle gelişmiştir. Basit ve
ilkel formları yoktur.52
Balıkların
Kökeni
Evrimciler Kambriyen devrinde ortaya çıkan omurgasız
deniz canlılarının, on milyonlarca yıllık bir zaman dilimi içinde balıklara
dönüştüğünü iddia ederler. Ancak Kambriyen devri omurgasızlarının hiçbir atası
olmadığı gibi, bu omurgasızlar ile balıklar arasında bir evrim olduğunu
gösterebilecek hiçbir ara geçiş formu da yoktur. (bkz. Kambriyen devri) Oysa
iskeletleri olmayan ve sert kısımları vücutlarının dış kısmında yer alan
omurgasızların, sert kısımları vücutlarının ortasında yer alan kemikli balıklara
evrimleşmesi çok büyük bir dönüşümdür ve çok sayıda ara form fosili bırakmış
olması gerekir. Halbuki tüm farklı balık kategorileri, fosil kayıtlarında bir
anda ve hiçbir ataları olmadan ortaya çıkarlar.
Evrimciler bu hayali formları bulmak için 140 yıldır
fosil tabakalarını alt üst etmektedirler. Milyonlarca omurgasız fosili,
milyonlarca balık fosili bulunmasına rağmen, hiç kimse tek bir tane bile ara
form fosili bulamamıştır. Evrimci paleontolog Gerald T. Todd, "Kemikli Balıkların
Evrimi" başlıklı makalesinde, bu gerçek karşısında evrimcilerin
çaresizliğini gösteren şu soruları sıralar:
Kemikli balıkların her üç sınıfı da, fosil tabakalarında
aynı anda ve aniden ortaya çıkarlar... Peki ama bunların kökenleri nedir? Bu
denli farklı ve kompleks yaratıkların ortaya çıkmasını ne sağlamıştır? Ve neden
kendilerine evrimsel bir ata oluşturabilecek canlıların izlerinden eser
yoktur?53
Fosil kayıtları, diğer canlı sınıflamaları gibi balıkların
da yeryüzünde aniden ve farklı yapılarıyla ortaya çıktığını göstermektedir. Balıklar,
arkalarında hiçbir "evrim" süreci olmadan, kusursuz anatomileriyle
bir anda yaratılmışlardır. Allah üstün güç sahibi Yaratıcımız'dır.
Balinalar ve yunuslar, "deniz memelileri"
olarak bilinen canlı grubunu oluştururlar. Bu canlılar memeli sınıflamasına
dahildir, çünkü aynen karadaki memeliler gibi doğurur, emzirir, akciğerle nefes
alır ve vücutlarını ısıtırlar. Deniz memelilerinin kökeni ise, evrimciler tarafından
açıklanması en zor olan konulardan birisidir. Çoğu evrimci kaynakta, ataları
karada yaşayan deniz memelilerinin, uzun bir evrim süreci sonucunda deniz ortamına
geçiş yapacak biçimde evrimleştikleri öne sürülür. Buna göre, sudan karaya
geçişin tersine bir yol izleyen deniz memelileri, ikinci bir evrim sürecinin
sonucu olarak tekrar su ortamına dönmüşlerdir. Oysa bu teori hiçbir
paleontolojik delile dayanmaz ve mantıksal yönden de çelişkilidir.
Memeliler evrim basamaklarının en üst kısmında yer
alan canlılar olarak kabul edilirler. Durum bu iken, öncelikle bu canlıların
neden deniz ortamına geçtiklerinin açıklanması çok güçtür. Bir sonraki soru ise
bu canlıların deniz ortamına nasıl olup da balıklardan bile daha iyi adapte
olduklarıdır. Çünkü katil balinalar, yunuslar gibi memeli ve dolayısıyla
akciğerli canlılar, suda solunum yapan balıklardan bile daha mükemmel bir
şekilde yaşadıkları ortama uyum göstermektedirler.
Son yıllarda bu konudaki evrimci çıkmaza çözüm gibi
öne sürülen bazı fosiller ise, gerçekte evrim teorisine hiç bir şey kazandırmamaktadır.
Söz konusu fosillerin ilki, Pakicetus inachus'tur. Bu
soyu tükenmiş memeliye ait fosiller, ilk kez 1983 yılında gündeme geldi. Fosili
bulan P. D. Gingerich ve yardımcıları, canlının sadece kafatasını bulmuş
olmalarına rağmen, hiç çekinmeden onun bir "ilkel balina" olduğunu
iddia ettiler. Oysa fosilin "balina" olmakla yakından-uzaktan bir
ilgisi yoktu. İskeleti, bildiğimiz kurtlara benzeyen dört ayaklı bir yapıydı.
Fosilin bulunduğu yer, paslanmış demir cevherlerinin de bulunduğu ve salyangoz,
kaplumbağa veya timsah gibi kara canlılarının da fosillerini barındıran bir
bölgeydi; yani bir deniz yatağı değil kara parçasıydı.
Peki dört ayaklı bir kara canlısı olan bu fosil, neden
"ilkel balina" olarak ilan edilmişti? Evrimci bir kaynak olan
National Geographic dergisinde bu sorunun cevabı şöyle verilmektedir:
Diğer kara memelilerinde hepsi bir arada bulunmayan, fark edilmesi zor, küçük ipuçları; azı dişlerindeki diş uçlarının düzeni, orta kulakta yer alan bir kemikteki kıvrım ve kulak kemiklerinin kafatasındaki konumu...54
Oysa bu özellikler, Pakicetus ile balinalar arasında
bir ilişki kurmak için kanıt olamaz:
• Öncelikle, National Geographic'in "Diğer kara
memelilerinde hepsi birarada bulunmayan özellikler" ifadesini kullanırken
dolaylı olarak da belirttiği gibi, söz konusu özellikler başka kara
memelilerinde de vardır.
• Dahası, söz konusu özelliklerin hiçbirisi, bir
evrimsel akrabalık ilişkisinin delili olamaz. Canlılar arasında anatomik
benzerliklerinden yola çıkılarak kurulmak istenen bu gibi teorik ilişkilerin
çoğunun son derece çürük olduğunu evrimciler de kabul etmektedirler. Pakicetus
da farklı anatomik özellikleri bünyesinde barındıran özgün bir cinstir. Nitekim
omurgalı paleontolojisinin otoritelerinden Carroll, Pakicetus'un da dahil
edilmesi gereken Mesonychid ailesinin "garip karakterlerden oluşan bir
kombinasyon gösterdiğini" belirtmektedir. Bu tip "mozaik canlı"ların
evrimsel bir ara form sayılamayacağını, Gould gibi önde gelen evrimciler de
kabul etmektedir.
Bilim yazarı Ashby L. Camp, "The Overselling of
Whale Evolution" (Balina Evriminin Abartılı Propagandası) başlıklı
makalesinde, Pakicetus gibi kara memelilerinin de dahil olduğu Mesonychidler sınıfının,
Archæoceteaların, yani soyu tükenmiş balinaların atası olduğu yönündeki iddianın
çürüklüğünü şöyle açıklar:
Evrimcilerin Mesonychidlerin, Archæocetealara
dönüştüğü konusunda kendilerinden emin davranmalarının nedeni, gerçek soy
bağlantısında yer alan bir tür tanımlayamamalarına rağmen, bilinen
Mesonychidler ve Archæocetealar arasında bazı benzerlikler olmasıdır. Ancak bu
benzerlikler, özellikle de (iki grup arasındaki) büyük farklılıklar ışığında,
bir ata ilişkisi iddia etmek için yeterli değildir. Bu gibi karşılaştırmaların
oldukça subjektif olan doğası, şimdiye kadar pek çok farklı memeli ve hatta
sürüngen grubunun balinaların atası olarak öne sürülmüş olmasından bellidir.
Balina evrimi şemasında Pakicetus'tan sonra gelen
ikinci fosil canlı, Ambulocetus natans'tır. İlk kez 1994 yılında Science
dergisinde yayınlanan bir makaleyle duyurulan bu fosil de, evrimciler tarafından
zorlama yöntemiyle "balinalaştırılmak" istenen bir kara canlısıdır.
Ambulocetus natans terimi, Latince ambulate (yürümek),
cetus (balina) ve natans (yüzmek) kelimelerinin birleşmesiyle oluşturulmuştur
ve "yürüyen ve yüzen balina" anlamına gelir. Canlının yürüdüğü
aşikardır, çünkü tüm diğer kara memelileri gibi onun da dört ayağı, hatta bu
ayaklara bağlı geniş pençeleri ve arka pençelerinin ucunda toynakları vardır.
Ancak canlının bir taraftan da suda yüzdüğü, daha doğrusu yaşamını hem karada
hem de suda (amfibi şekilde) sürdürdüğü iddiasının, evrimcilerin önyargıları dışında,
hiçbir dayanağı yoktur. Gerçekte ne Pakicetus'un ne de Ambulocetus'un
balinalarla bir akrabalıkları bulunduğuna dair hiçbir kanıt yoktur. Bunlar
sadece, teorilerine göre deniz memelileri için karada yaşayan bir ata bulmak
zorunda olan evrimcilerin, bazı sınırlı benzerliklerden yola çıkarak
belirledikleri "ata adayları"dır. Bu canlıların, kendileriyle çok yakın
bir jeolojik devirde fosil kayıtlarında ortaya çıkan deniz memelileri ile
ilişkileri bulunduğunu gösteren hiçbir kanıt bulunmamaktadır.
Hayali evrim şemasında Pakicetus ve Ambulocetus'un ardından
bazı gerçek deniz memelilerine geçilmekte ve Procetus, Rodhocetus gibi
Archæocetea (soyu tükenmiş balina) türleri sıralanmaktadır. Söz konusu canlılar
gerçekten de suda yaşayan soyu tükenmiş memelilerdir. (İlerleyen bölümlerde
bunlara da değineceğiz.) Ancak Pakicetus ve Ambulocetus ile bu deniz memelileri
arasında çok büyük anatomik farklılıklar vardır:
• Dört ayaklı bir kara memelisi olan Ambulocetus'ta
omurga, leğen (pelvis) kemiğinde bitmekte ve bu kemiğe bağlı güçlü bacak
kemikleri uzanmaktadır. Bu tipik bir kara memelisi anatomisidir. Balinalarda
ise omurga kuyruğa doğru kesintisiz devam eder ve leğen kemiği bulunmaz.
Nitekim Ambulocetus'tan 10 milyon yıl kadar sonra yaşadığı düşünülen
Basilosaurus aynen bu anatomiye sahiptir. Yani tipik bir balinadır. Tipik bir
kara canlısı olan Ambulocetus ile tipik bir balina olan Basilosaurus arasında
ise hiçbir "ara form" yoktur.
• Basilosaurus'un ve kaşalotun omurgalarının alt kısmında,
omurgadan bağımsız küçük kemikler yer alır. Bazı evrimciler bunların
"küçülmüş bacaklar" olduğu iddiasındadır. Oysa sözkonusu kemikler
Basilosaurus'ta "çiftleşme konumunu almaya yardımcı olmakta",
kaşalotta ise "üreme organlarına destek olmakta"dır.56 Zaten oldukça
önemli bir fonksiyon üstlenmiş olan iskelet parçalarını, bir başka fonksiyonun
"körelmiş organı" olarak tanımlamak, evrimci önyargıdan başka bir şey
değildir.
Sonuçta, deniz memelilerinin, kara memelileri ile
aralarında bir "ara form" olmadan, özgün yapılarıyla ortaya çıktıkları
gerçeği açıktır. Ortada bir evrim zinciri yoktur. Robert Carroll, bu gerçeği
istemeden ve evrimci bir dille de olsa, şöyle kabul eder: "Doğrudan
balinalara uzanan bir Mesonychid çizgisi tanımlamak mümkün değildir."57
Biraz daha tarafsız bilim adamları ise, evrimci
kaynakların "yürüyen balina" olarak göstermek istedikleri canlıların
gerçekte balinalarla ilgisi olmayan, özgün bir canlı grubu olduğunu açıkça
kabul etmektedir. Balinalar konusunda ünlü bir uzman olan Rus bilim adamı G. A.
Mchedlidze, bir evrimci olmasına karşın, Pakicetus, Ambulocetus natans ve benzeri
dört ayaklı "balina atası adayları"nın bu şekilde tanımlanmasına katılmamakta
ve onları tamamen izole bir grup olarak tarif etmektedir.58
Bu noktaya kadar, deniz memelilerinin kara canlılarından
evrimleştiği yönündeki evrimci senaryonun geçersizliğini özetledik. Bilimsel
bulgular, bazı evrimcilerin bu senaryonun başlangıcına yerleştirdiği iki kara
memelisi (Pakicetus ve Ambulocetus) ile deniz memelileri arasında hiçbir bağ
bulunmadığını göstermektedir.
Senaryonun geri kalan kısmında da evrim teorisi açmazdadır.
Teori, bilimsel sınıflamada Archæocetea (arkaik, yani eski balinalar) olarak
bilinen soyu tükenmiş özgün deniz memelileri ile, yaşayan balina ve yunuslar
arasında bir akrabalık ilişkisi kurma çabasındadır. Oysa gerçekte konunun
uzmanları farklı düşünmektedirler. Evrimci paleontolog Barbara J. Stahl şöyle
yazar:
Bu Archæoceteaların kıvrak formdaki vücutları ve
kendilerine özgü testere dişleri, bunların muhtemelen herhangi bir balinanın
atası olamayacağını açıkça ortaya koymaktadır.59
Deniz memelilerinin kökeni konusundaki evrimci
senaryo, moleküler biyolojinin bulguları açısından da çıkmaz içindedir.
Klasik evrimci senaryo, balinaların iki büyük
grubunun, yani dişli balinaların (Odontoceti) ve balenli balinaların
(Mysticeti) ortak bir atadan evrimleştiğini varsayar. Ama Brüksel
Üniversitesi'nden Michel Milinkovitch yeni bir teoriyle bu görüşe karşı çıkmış,
anatomik benzerliğe göre kurulan söz konusu varsayımın moleküler bulgular tarafından
çürütüldüğünü şöyle vurgulamıştır:
Cetaceanların (balinaların) büyük grupları arasındaki
evrimsel ilişkiler, morfolojik ve moleküler analizlerin çok farklı sonuçlara
varması nedeniyle, daha da problemlidir. Morfolojik ve davranışsal bulgu
bütünlerine bakılarak yapılan geleneksel yorumlama, ekolokasyona sahip dişli balinaların
(yaklaşık 67 tür) ve filtre sistemiyle beslenen balen balinaların (10 tür) iki
ayrı monofilotik (kendi içinde tek kökenden gelen) grup olduğunu varsayar… Öte
yandan, DNA üzerinde yapılan filogenetik (evrimsel akrabalık) analizleri… ve
amino asit karşılaştırmaları… uzun zamandır kabul edilen bu sınıflandırmayla
çelişmektedir. Dişli balinaların bir grubu, yani sperm balinaları, morfolojik
yönden kendilerinden oldukça uzak olan balen balinalarına diğer odontocetlerden
(dişli balinalardan) daha yakın gözükmektedirler.60
Kısacası, deniz memelileri, kendilerinin
yerleştirilmek istendiği hayali evrim şemalarının her birini
yalanlamaktadırlar.
Bathybus
Haeckelıı (Haeckel çamuru)
Darwin zamanında canlı hücresinin kompleks yapısı
bilinmiyordu. Bu nedenle dönemin evrimcileri, canlılığın nasıl ortaya çıktığı
sorusuna "rastlantılar ve doğal olaylar" cevabını vermenin çok ikna
edici olduğunu sanmışlardı. Darwin ilk hücrenin "küçük, ılık bir su
birikintisinde" kolaylıkla oluşabileceğini öne sürmüştü. Darwin'in destekçilerinden
Alman biyolog Ernst Haeckel ise, bir araştırma gemisi tarafından okyanus
dibinden çıkartılan bir çamur karışımını mikroskop altında incelemiş ve bunun
canlıya dönüşen cansız bir madde olduğunu iddia etmişti. Bathybus Haeckelii
(Haeckel Çamuru) olarak anılan bu sözde "canlanan çamur", evrim
teorisini ortaya atan kişilerin canlılığı ne denli basit bir olgu olarak
gördüklerinin bir ifadesiydi.
Oysa canlılığın en küçük detayına kadar inen 20. yüzyıl
teknolojisi, hücrenin insanoğlunun karşılaştığı en kompleks sistem olduğunu
ortaya çıkardı. (Ayrıca bkz. Hücre; DNA)
Behe,
Michael J.
ABD'deki Lehigh Üniversitesi'nde ünlü bir biyokimyacı
olan Michael J. Behe "indirgenemez komplekslik" kavramını bilim
dünyasının gündemine taşıyan en önemli isimlerden biridir. Behe, 1996 yılında
yayınlanan Darwin's Black Box: The Biochemical Challange to Evolution
(Darwin'in Kara Kutusu: Evrime Karşı Biyokimyasal Zafer) adlı kitabında, canlı
hücresinin ve diğer bazı biyokimyasal yapıların indirgenemez kompleks yapısını
incelemekte ve bunların evrimle açıklanmasının imkansız olduğunu
belirtmektedir.
Amerikalı biyokimyacı Prof. Michael J. Behe,
materyalist bakış açısının etkisinde olmayan ve açık bir yargı ile düşünen bir
bilim adamı olarak, bir Yaratıcının varlığını hiç tereddüt etmeden kabul
etmektedir. Canlılardaki "tasarımın", yani yaratılışın varlığını
kabul etmemekte direnen bilim adamlarını ise şöyle anlatmaktadır:
Son kırk yıl içinde, modern biyokimya, hücrenin sırlarının
önemli bir bölümünü ortaya çıkardı. On binlerce insan, bu sırları bulmak için
yaşamlarını laboratuvarlardaki uzun çalışmalara adadılar... Hücreyi araştırmak
için gerçekleştirilen tüm bu çabalar, çok açık bir biçimde, bağıra bağıra, tek
bir sonucu veriyordu: "Tasarım!" Bu sonuç o denli belirgindi ki,
bilim tarihindeki en önemli buluşlardan biri olarak görülmeliydi... Ama aksine,
hücrede keşfedilen kompleks yapı karşısında, utangaç bir sessizlik hakim
oldu... Peki neden? Neden bilim dünyası, keşfettiği büyük gerçeğe sahip çıkmıyor?
Çünkü, bilinçli bir tasarımı kabul etmek, ister istemez Allah'ın varlığını
kabul ettirmeyi çağrıştırıyor onlara.61
Yukarıda görüldüğü gibi, Prof. Michael Behe canlılardaki
mükemmel tasarımın Allah'ın varlığının delillerini sergilediğini ifade
etmektedir.
Bencil
Gen kuramı (Selfish Gene Theory)
Canlılarda görülen fedakar davranışlar, evrimciler tarafından
açıklanamayan önemli bir konudur. (bkz. Fedakarlık bölümü) Örneğin, erkek ve
dişi penguenler, yavrularını adeta "ölümüne" korurlar. Erkek penguen, yavrusunu 4 ay ayaklarının arasında hiç
ara vermeden tutar. Bu süre içinde yemek de yiyemez. Dişi penguen ise bu sırada
denize giderek yavrusu için yemek arar ve topladığı yiyecekleri kursağında taşır.
Doğada çok sayıda örneği görülen bu tür fedakar davranışlar evrim teorisinin
temel iddialarını geçersiz kılmaktadır.
Nitekim ünlü evrimci Stephen Jay Gould, doğadaki
fedakarlığın evrim için "can sıkıcı bir problem"62 olduğunu ifade
eder. Evrimci Gordon R. Taylor da canlılardaki fedakarlık için: "evrim
teorisine büyük engel teşkil etmektedir" diyerek evrimcilerin karşı karşıya
oldukları çıkmazı dile getirir. Çünkü doğanın fedakarlık, şefkat gibi bütünüyle
manevi öğeler içermesi, tüm doğayı maddenin rastlantısal etkileşimleri olarak
gören materyalist bakış açısına kesin ve net bir darbe vurmaktadır.
Ancak, evrim senaryolarının geçersizliğini kabullenmek
istemeyen bazı evrimciler, "Bencil Gen Kuramı" diye isimlendirdikleri
bir iddia ortaya atmışlardır. Öncülüğünü evrim teorisinin günümüzdeki en ateşli
savunucularından Richard Dawkins'in yaptığı bu iddiaya göre, canlıların
fedakarlık gibi görünen davranışları aslında "bencillik"lerinden
kaynaklanmaktadır. Çünkü bu hayvanlar, evrimcilere göre fedakarlık yaparken,
yardım ettikleri canlı veya canlıları değil, genlerini düşünmektedirler. Yani
bir anne yavrusu için canını feda ederken, aslında kendi genlerini korumayı
amaçlamaktadır. Yavrusu kurtulursa genlerini sonraki nesillere aktarabilme
imkanı daha fazla olacaktır. Bu anlayışa göre, insan da dahil olmak üzere, tüm
canlılar birer "gen makinası"dır. Ve her canlının en önemli görevi,
genlerini bir sonraki nesle aktarabilmektir.
Evrimciler, canlıların nesillerini devam ettirme,
genlerini gelecek nesillere aktarma isteğine programlı olduklarını ve bu
nedenle bu programlarına uygun davranışlara sahip olduklarını söylerler. Aşağıdaki
alıntı, evrimcilerin hayvan davranışları için yaptıkları klasik açıklamaya bir
örnek teşkil etmektedir:
Kendini tehlikeye atan bir davranışın nedeni ne
olabilir? Bazı fedakar davranışlar bencil genlerden kaynaklanırlar. Kendini
perişan edene kadar yavruları için yiyecek arayan canlılar büyük bir ihtimalle
genetik olarak programlanmış davranışlar sergiliyorlar bunlar, ebeveynlerin
yavrularda bulunan genlerinin bir sonraki nesle aktarılmasını sağlayan davranışlardır.
Doğuştan ve içgüdüsel olarak düşmana yönelik verilen bu karşılıklar, araştırmacılara
bir amaca yönelik davranışlar gibi görünebilir. Ancak bunlar aslında koku, ses,
görüntü ve diğer ipuçları tarafından devreye sokulan davranış programlarıdır.63
Sonuç olarak evrimciler, canlıların davranışlarının
ilk bakışta maksatlı gibi görünebileceğini; fakat aslında canlının bunları
bilerek, düşünerek bir amaca yönelik olarak değil, programlanmış olarak yaptığını
söylemektedirler. Ama bu programın kaynağı olarak gösterilen genler, kodlanmış
bir bilgi paketinden ibarettir ve genlerin düşünme gibi bir yetenekleri de
yoktur. Dolayısıyla eğer bir canlının geninde, onu fedakarlığa yönelten bir
komut varsa, bu komutun kaynağı genin kendisi olamaz.
Bir canlının genlerinin, neslini devam ettirmek için
fedakar davranışlarda bulunmaya programlanmış olması da, bu canlının genlerini
bu şekilde programlayan akıl ve bilgi sahibi bir Gücün varlığını, dolayısıyla
Allah'ın varlığını açıkça gösterir.
Beş
Parmaklılık Homolojisi
Evrimle ilgili hemen her kitapta "tetrapodlar"ın,
yani karada yaşayan omurgalıların el ve ayak yapısı homolojiye örnek
gösterilir. Tetrapodların, ön ve arka ayaklarında beşer parmak bulunur. Bunlar
her zaman tam bir parmak görünümünde olmasa da, kemik yapısı itibariyle
"beş parmaklı" (pentadactyl) sayılır. Bir kurbağanın, kertenkelenin,
sincabın ya da maymunun el ve ayakları bu yapıdadır. Hatta kuşların ve
yarasaların kemik yapıları da bu temel tasarıma uygundur. Evrimciler tüm bu
canlıların tek bir ortak atadan geldiklerini iddia etmektedirler ve beşparmaklılık
olgusunu da uzun zaman buna delil saymışlardır. Bu iddianın bilimsel bir
geçerliliği olmadığı ise günümüzde anlaşılmış durumdadır.
Evrimciler bile, aralarında hiçbir evrimsel ilişki
kuramadıkları farklı canlı gruplarında beş parmaklılık özelliği olduğunu kabul
etmektedir. Örneğin evrimci biyolog M. Coates, 1991 ve 1996 yıllarında yayınladığı
iki ayrı bilimsel makaleyle, beş parmaklılık (pentadactyl) olgusunun,
birbirinden bağımsız olarak iki ayrı kez ortaya çıktığını belirtmektedir.
Coates'e göre, beş parmaklı yapı, hem Anthracosaurlarda hem de amfibiyenlerde
birbirinden bağımsız olarak ortaya çıkmıştır.64 Bu bulgu, beş parmaklılık
olgusunun "ortak ata" varsayımına delil oluşturamayacağının bir
göstergesidir. (bkz. Ortak ata)
Evrimci tezi bu konuda zora sokan bir diğer nokta da, söz
konusu canlıların hem ön hem de arka ayaklarının beşer parmaklı olmasıdır. Oysa
evrimci literatürde ön ve arka ayakların tek bir "ortak ayak"tan
geldikleri öne sürülmemektedir ve ayrı ayrı geliştikleri varsayılmaktadır.
Dolayısıyla ön ve arka ayakların yapısının da, farklı rastlantısal mutasyonlar
sonucu, farklı olması beklenmelidir. Michael Denton bu konudan şöyle söz eder:
Gördüğümüz gibi karada yaşayan tüm omurgalıların ön
ayakları aynı pentadactyl (beş parmaklı) dizayna sahiptir ve bu da evrimci
biyologlar tarafından, bu canlıların ortak bir atadan geldikleri şeklinde
yorumlanmaktadır. Ancak arka ayaklarda da yine aynı pentadactyl tasarım vardır
ve gerek kemik yapıları gerekse embriyolojik gelişimleri yönünden ön ayaklara
çok benzerler. Ancak hiçbir evrimci, arka ayakların ön ayaklardan geldiğini ya
da arka ve ön ayakların ortak bir kaynaktan evrimleştiğini savunmamaktadır...
Aslında, biyolojik bilgi arttıkça, canlılardaki benzerlikleri ortak atadan
geldikleri varsayımı ile açıklamak da daha zayıf hale gelmektedir... Evrim adına
öne sürülen diğer pek çok "dolaylı delil" gibi, homolojiden gelen
deliller de ikna edici değildir, çünkü çok fazla anormallikle, çok sayıda karşı-örnekle
ve kabul edilmiş (evrimsel) tablo içine sığdırılamayan pek çok olguyla karşılaşılmaktadır.65
Beş parmaklılık homolojisi konusundaki evrimci iddiaya asıl
darbe ise, moleküler biyolojiden gelmiştir. Evrimci yayınlarda uzunca bir zaman
savunulan "beşparmaklılık homolojisi" varsayımı, bu parmak yapısına
sahip (pentadactyl) olan farklı canlılarda, parmak yapılarının çok farklı
genler tarafından kontrol edildiği anlaşıldığında çökmüştür. Evrimci biyolog
William Fix, beşparmaklılık hakkındaki evrimci tezin çöküşünü şöyle anlatır:
Evrim konusunda homoloji fikrine sıkça başvuran eski ders
kitaplarında, farklı hayvanların iskeletlerindeki ayakların yapısı üzerinde
özellikle duruluyordu. Dolayısıyla bir insanın kolunda, bir kuşun ve bir
yarasanın kanatlarında bulunan pentadactyl (beşparmaklı) yapı, bu canlıların
ortak bir atadan geldiklerine delil sayılıyordu. Eğer bu değişik yapılar,
mutasyonlar ve doğal seleksiyon tarafından zaman zaman modifiye edilmiş aynı
gen-kompleksi tarafından yönetiliyor olsalardı, bu teorinin de bir anlamı
olacaktı. Ama ne yazık ki durum böyle değildir. Homolog organların, farklı
türlerde tamamen farklı genler tarafından yönetildiği artık bilinmektedir.
Ortak bir atadan gelen benzer genler üzerine kurulmuş olan homoloji kavramı
çökmüş durumdadır. 66
19. yüzyıl materyalistleri, o dönemin ilkel bilim düzeyi
içinde büyük hararetle, evrenin sonsuzdan beri varolduğunu, yani yaratılmadığını
ve evrende hiçbir tasarım, plan, amaç olmadığını, herşeyin tesadüf ürünü
olduğunu savunmuşlardır. Fakat bu iddiaları 20. yüzyıldaki bilimsel bulgular
tarafından yıkılmıştır.
1929 yılında Amerikalı astronom Edwin Hubble'ın ortaya
koyduğu 'evrenin genişlediği' gerçeği, yeni bir evren modelini doğurdu. Evren
genişlediğine göre, zamanda geriye doğru gidildiğinde çok daha küçük bir evren,
daha da geriye gittiğimizde "tek bir nokta" ortaya çıkıyordu. Yapılan
hesaplamalar, evrenin tüm maddesini içinde barındıran bu "tek nokta"nın,
korkunç çekim gücü nedeniyle "sıfır hacme" sahip olacağını gösterdi.
Evren, sıfır hacme sahip bu noktanın patlamasıyla ortaya çıkmıştı. Bu patlamaya
"Big Bang" (Büyük Patlama) adı verildi ve bu teori de aynı isimle tanındı.
Big Bang'in gösterdiği önemli bir gerçek vardı: Sıfır
hacim "yokluk" anlamına geldiğine göre, evren "yok" iken
"var" hale gelmişti. Bu ise, evrenin bir başlangıcı olduğu anlamına
geliyor ve böylece materyalizmin "evren sonsuzdan beri vardır" varsayımını
geçersiz kılıyordu. 1920'li yıllardan itibaren evrenin yapısı hakkında elde
edilen bilgiler, evrenin belirli bir zaman önce bir "Büyük Patlama"
(Big Bang) ile yoktan var hale geldiğini ispatlamıştır. Yani evren sonsuz
değildir, Allah evreni yoktan yaratmıştır.
Fakat bu gerçek pek çok materyalist bilim adamının hiç
hoşuna gitmemiştir. Ünlü ateist felsefeci Anthony Flew, bu konuda şunları
söylemektedir:
İtiraflarda bulunmanın insan ruhuna iyi geldiğini
söylerler. Ben de bir itirafta bulunacağım: Big Bang modeli, bir
ateist açısından oldukça sıkıntı vericidir. Çünkü bilim, dini kaynaklar tarafından
savunulan bir iddiayı ispat etmiştir: Evrenin bir başlangıcı olduğu iddiasını.
Ben hala ateizme inanıyorum, ama bunu Big Bang karşısında savunmanın pek kolay
ve rahat bir durum olmadığını itiraf etmeliyim.67
Big Bang'in diğer bir önemi ise patlamanın ardından
ortaya çıkan mükemmel düzenden kaynaklanmaktadır. Evreni incelediğimizde;
evrenin yoğunluğu, genişleme hızı, yıldız sistemlerinin ve galaksilerin tasarımı,
çekim güçleri, yörüngeleri, hareket biçimleri, hızları, içerdikleri madde
miktarı ve daha sayısız detayın son derece ince hesaplar ve hassas dengeler
üzerine kurulu olduğunu görürüz. Aynı şekilde evrende yer alan Dünyamız,
çevresini saran atmosfer, insanın yaşamına en uygun yapıdaki yeryüzü, bunların
tümü olağanüstü bir tasarımın örnekleridir. Bu hesaplarda ve dengelerdeki çok
ufak bir oynama, tüm evrenin ve Dünya'nın darmadağın olmasına yeterlidir.
Bilindiği gibi patlamalar düzen değil, düzensizlik,
dağınıklık ve yıkım meydana getirirler. Big Bang de bir patlama olduğuna göre,
beklenmesi gereken, bu patlamanın ardından maddenin uzay boşluğunda
"rastgele" dağılması olacaktır. Fakat büyük patlamanın ardından böyle
rastgele bir dağılma olmamış ve madde evrenin belirli noktalarında birikip
galaksileri, yıldızları, yıldız sistemlerini, Güneş'i, Dünya'yı ve üzerindeki
bitkileri, hayvanları, insanları oluşturmuştur. Bu durumun tek bir açıklaması
vardır: Big Bang gibi bir patlamanın ardından böyle bir düzenin meydana gelmesi
ancak olayın her anını yönlendiren bilinçli bir müdahale sonucunda
gerçekleşebilir. Bu da evreni yoktan var eden ve onun her anını kontrolü ve
hakimiyeti altında bulunduran Allah'ın kusursuz yaratmasıdır.
Bilgi
Teorisi
Bilgi teorisi, evrendeki bilginin yapısını ve kökenini
araştırır. Bilgi teorisyenlerinin uzun araştırmaları sayesinde varılan sonuç
ise şudur: "Bilgi, maddeden ayrı bir şeydir. Maddeye asla indirgenemez.
Bilginin ve maddenin kaynağı ayrı ayrı araştırılmalıdır."
Örneğin bir kitap kağıttan, mürekkepten ve içindeki
bilgiden oluşur. Fakat, kağıt ve mürekkep maddesel birer unsurdurlar. Kaynakları
da yine maddedir: Kağıt selülozdan, mürekkep ise çeşitli kimyasallardan yapılır.
Ama kitaptaki bilgi, maddesel bir şey değildir ve maddesel bir kaynağı olamaz.
Her kitaptaki bilginin kaynağı, o kitabı yazmış olan yazarın zihnidir.
Dahası bu zihin, kağıt ve mürekkebin nasıl kullanılacağını
da belirler. Bir kitap, önce o kitabı yazan yazarın zihninde oluşur. Yazar
zihninde mantıkları kurar, cümleleri dizer. Bunları ikinci aşamada maddesel bir
şekle sokar. Yani bir daktilo ya da bilgisayar kullanarak zihnindeki bilgiyi
harflere dönüştürür. Sonra da bu harfler matbaaya girerek kağıt ve mürekkepten
oluşan kitaba dönüşürler.
Buradan da şu genel sonuca varabiliriz: "Eğer bir
madde bilgi içeriyorsa, o zaman o madde, söz konusu bilgiye sahip olan bir akıl
tarafından düzenlenmiştir. Önce bir akıl vardır. O akıl, sahip olduğu bilgiyi
maddeye dökmüş ve ortaya bir tasarım çıkarmıştır."
Canlıların DNA'larında da son derece kapsamlı bir
bilgi bulunur. Milimetrenin yüz binde biri kadar küçük bir yerde, bir canlı
bedeninin bütün fiziksel detaylarını tarif eden adeta bir "bilgi bankası"
vardır. Dahası canlı vücudunda bir de bu bilgiyi okuyan, yorumlayan ve buna
göre "üretim" yapan bir sistem bulunur. Bütün canlı hücrelerinin
DNA'sında bulunan bilgi, çeşitli enzimler tarafından "okunur" ve bu
bilgiye göre protein üretilir. Vücudumuzda her saniye ihtiyaca uygun olarak
milyonlarca protein üretilir. Bu sistem sayesinde, ölen göz hücrelerimiz yine
göz hücreleri, kan hücrelerimiz yine kan hücreleri ile yenilenirler.
20. yüzyılda yapılan bütün bilimsel araştırmalar,
bütün deney sonuçları ve bütün gözlemler, DNA'daki bilginin, materyalistlerin
iddia ettiği gibi, maddeye indirgenemeyeceğini ortaya çıkarmıştır. Bir başka
deyişle, DNA'nın sadece bir madde yığını olduğu ve içerdiği bilginin de
maddenin rastgele etkileşimleri ile ortaya çıktığı kesinlikle reddedilmektedir.
Alman Federal Fizik ve Teknoloji Enstitüsü'nün
yöneticisi Prof. Dr. Werner Gitt, bu konuda şunları söyler:
Bir kodlama sistemi, her zaman için zihinsel bir
sürecin ürünüdür. Bir noktaya dikkat edilmelidir; madde bir bilgi kodu
üretemez. Bütün deneyimler, bilginin ortaya çıkması için, özgür iradesini, yargısını
ve yaratıcılığını kullanan bir aklın var olduğunu göstermektedir... Maddenin
bilgi ortaya çıkarabilmesini sağlayacak hiçbir bilinen doğa kanunu, fiziksel
süreç ya da maddesel olay yoktur... Bilginin madde içinde kendi kendine ortaya
çıkmasını sağlayacak hiçbir doğa kanunu ve fiziksel süreç yoktur.68
Werner Gitt'in sözleri, aynı zamanda, son 20-30 yıl
içinde gelişen ve termodinamiğin bir parçası olarak kabul edilen "Bilgi
Teorisi"nin vardığı sonuçlardır. Evrim teorisinin yaşayan en önde gelen
savunucularından biri olan George C. Williams, çoğu materyalistin ve evrimcinin
görmek istemediği bu gerçeği kabul eder. Williams, materyalizmi uzun yıllar
boyu katı bir biçimde savunmasına rağmen 1995 tarihli bir yazısında, herşeyin
madde olduğunu varsayan materyalist (indirgemeci) yaklaşımın yanlışlığını şöyle
ifade eder:
Evrimci biyologlar, iki farklı alan üzerinde çalışmakta
olduklarını şimdiye kadar fark edemediler; bu iki alan madde ve bilgidir... Bu
iki alan, "indirgemezcilik" olarak bildiğimiz formülle asla biraraya
getirilemezler... Genler, birer maddesel obje olmaktan çok, birer bilgi
paketçiğidir... Biyolojide genler, genotipler ve gen havuzları gibi
kavramlardan söz ettiğinizde, bilgi hakkında konuşmuş olursunuz, fiziksel
objeler hakkında değil... Bu durum, bilginin ve maddenin varoluşun iki farklı
alanı olduğunu göstermektedir ve bu iki farklı alanın kökeni de ayrı ayrı araştırılmalıdır.69
Evrimciler yazılarında bazen çaresizliklerini itiraf
ederler. Bu konudaki açık sözlü otoritelerden biri, ünlü Fransız zoolog Pierre
Grassé'dir. Grassé, bir materyalist ve evrimcidir, ancak Darwinist teorinin çıkmazlarını
açıkça itiraf eder. Grassé'ye göre Darwinci açıklamayı geçersiz kılan en önemli
gerçek, hayatı oluşturan bilgidir:
Herhangi bir canlı organizma, inanılmaz derecede büyük
bir "akıl" içerir. Bu, insanların en büyük mimari eserleri olan
katedralleri inşa etmek için kullandıklarından çok daha büyük bir akıldır.
Bugün bu akla "bilgi" (enformasyon) diyoruz, ama anlam hala aynıdır.
Bu bilgi bir bilgisayarda programlanmamıştır, ama bilgisayardakinden çok daha
dar bir yere, DNA'daki kromozomlara ya da her hücredeki farklı organellere sıkıştırılmıştır.
Bu "akıl", hayatın "olmazsa olmaz" şartıdır. Peki ama bunun
kaynağı nedir?... Bu, hem biyologları hem de filozofları ilgilendiren bir
sorudur ve bilim bunu asla çözemeyecek gibi durmaktadır.70
Pierre Grassé'nin, "bilim bu soruyu asla
çözemeyecek gibi durmaktadır" şeklindeki ifadesinin aksine,yapılan bütün
bilimsel çalışmalar materyalist felsefenin varsayımlarını geçersiz kılmakta ve
bir Yaratıcının yani Allah'ın apaçık varlığını ispatlamaktadır.
Bireyoluş
Soyoluşun Tekrarıdır (Ontogeny
Recapitulates
Phylogeny) Teorisi
Evrimci biyolog Ernst Haeckel'in 19. yüzyılın sonlarında
ortaya attığı teoridir. "Rekapitülasyon" terimi, bu teorinin özet
olarak ifade edilişidir. Haeckel, canlı embriyolarının gelişim süreçleri sırasında
sözde atalarının geçirmiş oldukları evrimsel süreci tekrarladıklarını iddia
ediyordu. Örneğin insan embriyosunun anne karnındaki gelişimi sırasında önce
balık, sonra sürüngen özellikleri gösterdiğini, en son olarak da insana
dönüştüğünü öne sürüyordu. Oysa ilerleyen yıllarda bu teorinin tamamen hayal
ürünü bir senaryo olduğu ortaya çıkmıştır. Evrimciler de bunu kabul ederler. American Scientist'te yayınlanan bir
makalede şöyle denmektedir:
Biyogenetik yasası (Rekapitülasyon Teorisi) artık
tamamen ölmüştür. 1950'li yıllarda ders kitaplarından çıkarıldı. Aslında
bilimsel bir tartışma olarak 20'li yıllarda sonu gelmişti.71
Ernst Haeckel, ortaya attığı rekapitülasyon teorisini
desteklemek için sahte çizimler yapmış; balık ve insan embriyolarını birbirine
benzetmeye çalışmıştır. Sahtekarlığının ortaya çıkmasından sonra yaptığı
savunma ise, diğer evrimcilerin de benzeri sahtekarlıklar yaptığını
belirtmekten başka bir şey olmamıştır:
Bu yaptığım sahtekarlık itirafından sonra kendimi ayıplanmış
ve kınanmış olarak görmem gerekir. Fakat benim avuntum şudur ki; suçlu durumda
yanyana bulunduğumuz yüzlerce arkadaş, birçok güvenilir gözlemci ve ünlü
biyolog vardır ki, onların çıkardıkları en iyi biyoloji kitaplarında,
tezlerinde ve dergilerinde benim derecemde yapılmış sahtekarlıklar, kesin
olmayan bilgiler, az çok tahrif edilmiş, şematize edilip yeniden düzenlenmiş
şekiller bulunuyor.72
Bitkilerin ve hayvanların hücreleri,
"ökaryot" olarak bilinen hücre tipini oluşturur. Ökaryot hücrelerin
en belirgin özellikleri, bir hücre çekirdeğine sahip olmaları ve genetik
bilgilerini kodlayan DNA molekülünün de bu çekirdeğin içinde yer almasıdır. Öte
yandan bakteriler gibi bazı tek hücreli canlıların ise hücre çekirdeği yoktur
ve DNA molekülü hücre içinde serbest haldedir. (bkz. Bakteri) Bu ikinci tip
hücrelere "prokaryot" hücre adı verilir. (bkz. Hücre) Bu hücre yapısı,
bakteriler için ideal bir tasarımdır; çünkü bakteri popülasyonlarının yaşamları
açısından son derece önemli bir işlem olan "plasmid transferi"
(hücreden hücreye yapılan DNA aktarımı), prokaryot hücrenin serbest DNA yapısı
sayesinde mümkün olur.
Evrim teorisi ise, canlılığı "ilkelden
gelişmişe" doğru bir sıralamaya yerleştirmek zorunda olduğu için,
prokaryotların "ilkel" hücreler olduğunu, ökaryotların ise bu
hücrelerden evrimleştiğini varsaymaktadır.
Bu iddianın tutarsızlığına geçmeden önce, prokaryot
hücrelerin hiç de "ilkel" olmadığını belirtmekte yarar vardır. Bir
bakterinin 2.000 civarında geni vardır. Her bir gen ise 1.000 kadar harf
(şifre) içerir. Bu da bakterinin DNA'sındaki bilginin en az 2 milyon harf
uzunluğunda olması demektir. Bu hesaba göre tek bir bakterinin DNA'sının
içerdiği bilgi, her biri 100 bin kelimelik 20 romana denktir. 73
İşte her bir
bakterinin DNA'sında kodlu bu bilgilerdeki herhangi bir değişiklik, bakterinin
tüm çalışma sistemini bozabilir. Bu durum, bakterinin ölümü anlamına gelir.
Rastlantısal değişikliklere karşı koyan bu hassas yapı
yanında, bakteriler ile ökaryot hücreler arasında hiçbir "ara form"
bulunmayışı da, evrimcilerin iddiasını temelsiz kılmaktadır. Evrimci Prof. Ali
Demirsoy, bakteri hücrelerinin ökaryot hücrelere ve bu hücrelerden oluşan
kompleks canlılara dönüşmesi senaryosunun temelsiz olduğunu şu sözleriyle
itiraf eder:
Evrimde açıklanması en zor olan kademelerden biri de
bu ilkel canlılardan, nasıl olup da organelli ve karmaşık hücrelerin meydana
geldiğini bilimsel olarak açıklamaktır. Esasında bu iki form arasında gerçek
bir geçiş formu da bulunamamıştır. Bir hücreliler ve çok hücreliler bu karmaşık
yapıyı tümüyle taşırlar, herhangi bir şekilde daha basit yapılı organelleri
olan ya da bunlardan birinin daha ilkel olduğu bir gruba veya canlıya
rastlanmamıştır. Yani taşınan organeller her haliyle gelişmiştir. Basit ve
ilkel formları yoktur.74
Bakteri hücresi ile bitki hücresi arasındaki büyük yapısal
farklılıklara bakıldığında, böyle bir dönüşümün imkansızlığı da açıkça
görülmektedir:
1) Bakteri hücresinin hücre duvarı, polisakkarid ve
proteinden oluşurken, bitki hücresinin hücre duvarı bunlardan tamamen farklı
bir yapı olan selülozdan oluşur.
2) Bitki hücresinde zarla çevrili, son derece kompleks
yapılara sahip pek çok organel varken, bakteri hücresinde hiç organel yoktur.
Bakteri hücresinde sadece serbest halde dolaşan çok küçük ribozomlar vardır.
Bitki hücresindeki ribozomlar ise daha büyüktür ve zarlara bağlıdır. Ayrıca her
iki ribozom tipi de farklı yollarla protein sentezi gerçekleştirir.75
3) Bakteri hücresindeki ve bitki hücresindeki DNA'ların
yapıları birbirlerinden farklıdır.
4) Bitki hücresindeki DNA molekülü çift katlı bir
zarla korunurken, bakteri hücresindeki DNA molekülü hücre içerisinde serbest
durmaktadır.
5) Bakteri hücresindeki DNA molekülü biçim olarak
kapalı bir ilmik görünümündedir, yani daireseldir. Bitki hücresindeki DNA
molekülü ise doğrusal biçimdedir.
6) Bakteri hücresindeki DNA molekülü tek bir hücreye
ait bilgiler taşırken, bitki hücresindeki DNA molekülü, bitkinin tümüne ait
bilgileri taşır. Örneğin meyveli bir ağacın kökleri, gövdesi, yaprakları,
çiçekleri ve meyvesine ait tüm bilgiler, ağacın tüm hücrelerinin her birinin
çekirdeğindeki DNA'da ayrı ayrı bulunmaktadır.
7) Bazı bakteri türleri fotosentetiktir, yani
fotosentez yaparlar. Ancak bitkilerden farklı olarak bakteriler hidrojen sülfit
ile sudan ziyade, başka bileşikleri kırar ve oksijen gazı salmazlar. Ayrıca
fotosentetik bakterilerde (örneğin cyano bakterisinde) klorofil ve fotosentetik
pigmentler, kloroplast içinde bulunmazlar. Bunlar hücrenin içinde çeşitli
zarların içine gömülü olarak dağılmışlardır.
8) Bakteri hücresi ile bitki/hayvan hücresindeki
mesajcı RNA'ların biyokimyasal yapıları birbirlerinden oldukça farklıdır.76
Hücrenin yaşayabilmesinde mesajcı RNA son derece
hayati bir görev üstlenmiştir. Ancak mesajcı RNA hem ökaryot hem de prokaryot
hücrelerde aynı hayati görevi üstlenmiş olmasına rağmen, biyokimyasal yapıları
birbirlerinden farklıdır. Science dergisinde yayınlanan bir makalesinde Darnell
konuyla ilgili olarak şöyle yazar:
Mesajcı RNA oluşumunun biyokimyasında ökaryotlar ve
prokaryotlar kıyaslandığında fark o kadar büyüktür ki, prokaryot hücreden
ökaryot hücreye evrim olası değildir.77
Yukarıda birkaç örneğini verdiğimiz bakteri ve bitki
hücreleri arasındaki büyük yapısal farklılıklar, evrimci biyologları büyük çıkmaza
sokmaktadır. Bazı bakterilerin ve bitki hücrelerinin sahip oldukları ortak
yönler olmasına rağmen, bu yapılar genel olarak birbirlerinden oldukça farklıdır.
Bu farklılıklar ve hiçbir fonksiyonel "ara form"un mümkün olmaması,
bitki hücresinin bakteri hücresinden evrimleştiği iddiasını bilimsel yönden
geçersiz kılmaktadır.
nitekim Prof. Ali Demirsoy da, "karmaşık hücreler
hiçbir zaman ilkel hücrelerden evrimsel süreç içerisinde gelişerek meydana
gelmemiştir" diyerek bu gerçeği kabul eder.78
Biyogenetik
Yasası
(bkz. Bireyoluş Soyoluşun Tekrarıdır teorisi)
Biyogenez
(Biogenesis) Görüşü
Darwin'in Türlerin Kökeni adlı kitabını yazdığı
dönemde, bakterilerin cansız maddelerden oluşabildikleri inancı, bilim dünyasında
yaygın bir kabul görüyordu. (bkz. Abiyogenez görüşü) Oysa Darwin'in kitabının
yayınlanmasından beş yıl sonra, ünlü Fransız biyolog Louis Pasteur, evrime
temel oluşturan bu inancı kesin olarak çürüttü.79 Pasteur, yaptığı uzun çalışma
ve deneyler sonucunda vardığı sonucu şöyle özetlemişti:
Cansız maddelerin hayat oluşturabileceği iddiası artık
kesin olarak tarihe gömülmüştür.80
Pasteur'ün "hayat ancak hayattan gelir"
görüşü, biyogenesis olarak ifade edilir.
Evrim teorisinin savunucuları, Pasteur'ün bu bulgularına
karşı uzun süre direndiler. Ancak gelişen bilim, canlı hücresinin karmaşık yapısını
ortaya çıkardıkça, hayatın kendiliğinden oluşabileceği iddiası giderek daha
büyük bir çıkmaz içine girdi.
Boudreaux,
Edward
New Orleans Üniversitesi'nde kimya profesörü. Evrim
teorisinin bilim dışı bir iddia olduğunu kabul eden Edward Boudreaux, 5 Temmuz
1998'de Bilim Araştırma Vakfı'nın düzenlediği "Evrim Teorisinin Çöküşü:
Yaratılış Gerçeği" başlıklı uluslararası bir konferansa katılmıştır. Bu
konferansta yaptığı "Kimyadaki Dizayn" başlıklı konuşmasında, yaşamın
ortaya çıkabilmesi için gerekli olan kimyasal elementlerin yaratılışla
düzenlenmiş olduklarından söz etmiş ve şöyle demiştir:
İçinde yaşadığımız dünya ve bu dünyanın kanunlarını,
biz insanların yaşamalarına en uygun biçimde Allah yaratmıştır.81
Böceklerin
Kökeni
Evrimci biyologlar kuşların kökeniyle ilgili olarak,
"ön ayakları ile sinek avlamaya çalışan bazı sürüngenlerin kanatlanarak
kuşlara dönüştüğünü" iddia ederler. "Cursorial teori" olarak
bahsedilen bu spekülatif teoriye göre, söz konusu sürüngenler sinek avlamaya
çalışırken ön ayakları zamanla kanatlara dönüşmüştür. (bkz. Cursorial teori)
Hiçbir bilimsel bulguya dayanmayan bu teoriyle ilgili en önemli nokta ise,
zaten uçmakta olan sineklerin nasıl kanatlandıklarıdır. Sinekler sınıflamasını
da içine alan böcekler bu bakımdan evrimciler açısından bir çıkmaz daha
oluşturur.
Böcekler, canlı sınıflamasında, arthropodlar (eklem
bacaklılar) filumunun içinde yer alan Insecta alt-filumunu oluştururlar. En
eski böcek fosilleri, Devonian devrine aittir. Daha sonraki Pennsylavanian
devrinde ise çok sayıda farklı böcek türü bir anda ortaya çıkar. Örneğin
hamamböcekleri aniden ve bugünkü yapılarıyla belirir. Amerikan Doğa Tarihi
Müzesi'nden Betty Faber, "350 milyon yıl öncesine ait hamamböceği
fosillerinin bugünkülerle aynı olduğunu" bildirmektedir.82
Örümcek, kene ve kırkayak gibi canlılar gerçekte böcek
değildir, ama çoğunlukla böcek olarak anılır. "American Association for
the Advancement of Science"ın 1983'teki yıllık toplantısında, bu canlılarla
ilgili çok önemli fosil bulguları sunulmuştur. Örümcek, kene ve kırkayaklara
ait olan 380 milyon yıllık bu fosillerin en ilginç özelliği ise, yaşayan
örneklerinden farksız oluşudur. Bulguları inceleyen bilim adamlarından biri,
fosiller hakkında "sanki dün ölmüş gibiler" yorumunu yapmıştır.83
Kusursuz tasarıma sahip bu canlıların, yeryüzünde bir anda ortaya çıkmalarının elbette evrimle açıklanması imkansızdır. (bkz. Sineklerin kökeni) Bu nedenle evrimci bir bilim adamı olan Paul Pierre Grassé, "böceklerin kökeni konusunda tam bir karanlık içindeyiz" demektedir.84 Sonuç olarak, böceklerin kökeni, açıkça yaratılışı doğrulamaktadır.
Buffon,
Comte de
Fransız evrimcilerden Comte de Buffon, 18. yüzyılın en
tanınan bilim adamlarından biriydi. 50 yıldan fazla bir süre Paris'teki
kraliyete ait Botanik bahçelerinin müdürlüğünü yürüttü. Darwin, teorisinin
temelini büyük ölçüde Buffon'un eserlerine dayandırmıştı. Buffon'un 44 ciltlik
kapsamlı çalışması Histoire Naturelle'de Darwin'in kullandığı öğretilerin
çoğuna rastlamak mümkündür.
"Büyük Varoluş Zinciri" (Aristo'nun türleri
basitten karmaşığa doğru sıralaması; diğer adıyla Scala Naturae) ise gerek
Buffon'un gerekse Lamarck'ın evrimci sistemleri için başlangıç noktası teşkil
etmiştir. Amerikalı bilim tarihçisi D. R. Olroyd, bu ilişkiyi şöyle tanımlamaktadır:
Histoire Naturelle'in ilk cildinde Buffon kendisini
"Büyük Varoluş Zinciri" doktrininin yorumlayıcısı olarak açıklamaktadır…
Lamarck ise eski Büyük Varoluş Zinciri doktrininin yeni bir versiyonunu
savunuyordu… Fakat bu zincir katı, durağan bir yapı gibi kabul edilmiyordu.
Ortamın ihtiyaçlarını karşılamak için mücadeleleriyle ve "kazanılmış
özelliklerin sonraki nesle aktarılması" prensibinin yardımıyla
organizmalar zincirin yukarılarına doğru yavaşça hareket edebiliyorlardı. Başka
bir deyişle mikroptan insana doğru… Ayrıca zincirin en altında, spontane
jenerasyon (ani oluşum) yoluyla inorganik (cansız) maddeden ortaya çıkan yeni
yaratıklar sürekli olarak beliriyordu. Zincirin yukarısına doğru sürekli olarak
kompleksleşen bir süreç işliyordu…85
Bu bakımdan bugün "evrim teorisi" dediğimiz
kavram, gerçekte eski bir Yunan efsanesi olan Büyük Varoluş Zincirinin günümüze
taşınmasıyla doğmuştur. Darwin'den önce de birçok evrimci vardı ve onların
evrimci fikirleri ve sözde delillerinin çoğunun orijinali Büyük Varoluş
Zinciri'nde zaten yer alıyordu. Buffon ve Lamarck'la birlikte Büyük Varoluş
Zinciri yeni bir kılıfla bilim dünyasına sunuldu, oradan da Darwin'e etki etti.
Burgess
Shale
Kanada'nın British Columbia eyaletinde yer alan
Burgess Shale Bölgesinde, çağımızın önemli paleontolojik bulgularından biri sayılan
bir fosil yatağı bulunmaktadır. Bu bölgedeki fosil canlıların özelliği, çok
farklı türlere ait olmaları ve önceki tabakalarda hiçbir ataları olmadan, bir
anda ortaya çıkmalarıdır.
Oysa bilindiği gibi evrim teorisi, tüm canlı türlerinin, daha önce yaşamış başka türlerden kademeli olarak evrimleştiklerini iddia etmektedir. Burgess Shale fosilleri ve benzeri paleontolojik bulgular ise, farklı canlı türlerinin, bu iddianın tam aksine, yeryüzünde hiçbir ataları olmadan bir anda ve kusursuz biçimde ortaya çıktıklarını göstermektedir.
Ünlü bilim dergisi Trends in Genetics (TIG), Şubat
1999 tarihli sayısında, Darwinizm'in önündeki bu büyük paleontolojik sorunu
şöyle ifade eder:
Küçük bir mekanda bulunmuş olan bu fosillerin, evrim
biyolojisindeki bu büyük sorunla ilgili kızgın tartışmanın tam merkezinde yer
alması oldukça garip gözükebilir. Fakat bu hararetli tartışmalara neden olan
şey, Kambriyen devrinde yaşayan hayvanların fosil kayıtlarında şaşırtıcı bir
bollukta ve birdenbire belirmeleridir. Radyometrik tarihlendirmelerin daha
kesin sonuçları ya da giderek artan yeni fosil bulguları ise, sadece bu
biyolojik devrimin aniliğini ve alanını keskinleştirmiştir. Yeryüzünün yaşam
potasındaki bu değişimin büyüklüğü bir açıklama gerektirmektedir. Şu ana kadar
birçok tez ileri sürülmüş olsa da, genel fikir, hiçbirinin ikna edici olmadığıdır.86
TIG dergisi bu konuda iki ünlü evrimci otoriteden söz
eder: Stephen J. Gould ve Simon Conway Morris. Her ikisi de Burgess Shale'deki
"aniden ortaya çıkışı", evrime göre açıklayabilmek için birer kitap
yazmışlardır; Gould'un kitabı Wonderful Life (Muhteşem Hayat), Morris'inki ise
The Burgess Shale and the Rise of Animals (Burgess Shale ve Hayvanların
Yükselişi)dir. Ancak bu iki otorite de, TIG dergisinin vurguladığı gibi, ne
Burgess Shale fosillerini ne de genel olarak Kambriyen devrine ait diğer fosil
kayıtlarını bir türlü açıklayamamaktadır.
Fosil kayıtlarının ortaya koyduğu gerçek sonuç şudur:
Fosiller, canlıların yeryüzünde bir anda ve kusursuz bir biçimde ortaya çıktıklarını
göstermektedir.
Kambriyen devri fosillerinin ortaya koyduğu bu tablo,
evrim teorisinin varsayımlarını reddederken, bir yandan da, canlıların doğaüstü
bir yaratılışla var olduklarını gösteren çok önemli bir delildir. Evrimci
biyolog Douglas Futuyma, bu gerçeği şöyle açıklar:
Canlılar dünya üzerinde ya tamamen mükemmel ve
eksiksiz bir biçimde ortaya çıkmışlardır ya da kendilerinden önce var olan bazı
canlı türlerinden evrimleşerek meydana gelmişlerdir. Eğer eksiksiz ve mükemmel
bir biçimde ortaya çıkmışlarsa, o halde üstün bir akıl tarafından yaratılmış
olmaları gerekir.87
Dolayısıyla fosil kayıtları, canlıların, evrimin iddia
ettiği gibi ilkelden gelişmişe doğru bir süreç izlediklerini değil, bir anda ve
en mükemmel halde ortaya çıktıklarını göstermektedir. Bu ise, canlılığın
bilinçsiz doğal süreçlerle değil, üstün bir yaratılışla var olduğuna kanıt
oluşturmaktadır. Evrimci paleontolog Jeffrey S. Levinton, Scientific American
dergisine yazdığı "Hayvan Evriminin Big Bang'i" başlıklı bir
makalesinde bu gerçeği istemeden de olsa kabul etmekte ve "Kambriyen
devrinde çok özel ve gizemli bir yaratıcı gücün varlığını görüyoruz"
demektedir.88
Büyük
Varoluş Zinciri (Great Chain of Being)
Yunan felsefeci Aristo'ya göre türler basitten karmaşığa
doğru giden bir hiyerarşiye sahiptir ve tıpkı bir merdivenin basamakları gibi
doğrusal bir çizgi üzerinde sıralanmaktadır. Aristo bu tezine "Scala
Naturae" adını verir. Aristo'nun bu fikri 18. yüzyıla kadar batı düşünce
hayatını çok derinden etkileyecek ve daha sonra da "Evrim Teorisi"ne
dönüşecek olan Büyük Varoluş Zinciri (Great Chain of Being) inancının da
kökenidir.
Darwinizm'in temelini oluşturan tüm canlıların cansız
maddelerden evrimleşerek geliştiği inancı ilk olarak "Büyük Varoluş
Zinciri" adı altında Aristo'nun anlatımlarında karşımıza çıkar. Büyük
Varoluş Zinciri evrimsel bir inanıştır ve Allah'ın varlığını inkar eden
felsefeciler tarafından çok rağbet görmüştür.
Söz konusu görüşe göre canlılar kendiliğinden oluşmuştur
ve herşey; minerallerden organik maddeye, ilkel canlılardan hayvanlara,
bitkilere ve insanlara, buradan da sözde "tanrılara" evrimleşmiştir.
Bu akıl dışı inanca göre yeni organlar da canlının ihtiyacına göre
kendiliğinden oluşmaktadır.
Hiçbir bilimsel dayanağı olmayan, aksine tüm bilimsel
gerçeklerle çelişen, sadece soyut mantık yürütmeye dayanan bu inanış, son
olarak da "evrim teorisi" adıyla öne sürülmüştür.
Büyük Varoluş Zinciri ilk başlarda tamamen felsefi bir
görüş olarak ortaya atılmıştır ve herhangi bir bilimsellik iddiasında da
bulunmamıştır. Ancak canlıların oluşumuna yaratılış gerçeği dışında sözde bir
cevap bulmaya çalışanlar için Büyük Varoluş Zinciri adeta can simidi olmuştur
ve bu amaçla da bilimsel bir havaya sokulmuştur. Bu canlıların birbirlerine nasıl
dönüştüğü ise büyük bir muammadır. Çünkü bu zincir, bilimsel bir gözleme değil,
soyut ve yüzeysel bir mantık yürütmeye dayanmaktadır. Yani ilkçağ
felsefecilerinin masa başında oturup hiçbir bilimsel araştırma yapmadan ortaya
attıkları bir masaldan ibarettir.
Günümüzdeki
materyalist ve ateist felsefelerin temelini oluşturan evrim teorisiyle, eski
pagan maddeci felsefelerin hayat kaynağını oluşturan Scala Naturae ve Büyük
Varoluş Zinciri arasında önemli bir paralellik söz konusudur. (bkz. Evrimsel
paganizm) Bugün materyalizm evrim teorisiyle hayat bulurken, geçmişteki maddeci
anlayış Büyük Varoluş Zincirini kendine temel dayanak almaktaydı.
Darwin bu
kavramdan oldukça etkilenmiş, hatta teorisini bu ana mantık üzerine kurmuştu.
Loren Eiseley, Darwin's Century (Darwin'in Yüzyılı) isimli kitabında Darwin'in,
Türlerin Kökeni isimli kitabının birçok bölümünde 18. yüzyılın bu varoluş
merdiveninden mantıklar kullandığını, özellikle de organik maddelerin zorunlu
olarak mükemmelliğe doğru ilerledikleri fikrinin buradan doğduğunu vurgulamıştır.89
Dolayısıyla Darwin yeni ve bilimsel bir teori ortaya
atmamıştı. Darwin'in yaptığı, kökleri eski Sümer'deki putperest efsanelere
dayanan ve asıl eski Yunan'ın pagan inançları içinde gelişen bir batıl inancı,
çağdaş bilimsel terimleri kullanarak ve çarpıtılmış birkaç gözlemle
destekleyerek yeniden ifade etmekten başka bir şey değildi. Bu batıl inanç,
önce 17. ve 18. yüzyılda yaşamış bazı bilim adamları tarafından yeni
eklemelerle zenginleştirildi, sonra da Darwin'in Türlerin Kökeni isimli kitabında
"bilimsel" bir görüntü kazanarak bilim tarihinin en büyük yanılgısı
olarak ortaya çıktı.
Yorumlar
Yorum Gönder